KISACA HAYAT HİKAYEM

Dünyaya geldiğim yer, Hankendi Nahiyesine bağlı merkez köyü sayılan El-azîz’in Ağcakale köyüdür. 1941 senesi bir sonbahar gününde dünyaya geldiğimi anam söylerdi. O senelerin yoksulluğunu, kıtlığını anlata anlata bitiremezlerdi anam ve babam. İnsanlar evlatlarının açlıktan ölmemesi için karın tokluğuna 15 yaşından büyük çocuklarını köle mesabesinde olarak hali vakti iyice olanların yanına verdikleri tarihlermiş o günler. Jandarmanın yaptığı zulümleri anlatırlarken dahi heyecanlarını saklayamayan analarımız babalarımız, bazan o günleri anar, gözleri dolardı, bazan da meydana gelen komiklikleri bahsedip gülerlerdi. Kamçı vergisini veremeyen bir köylünün keçisinin ayaklarını ve ağzını bağlayıp yatağa yatırarak, gelen jandarmaya yatakta yatanın babası olduğunu ve rahatsız olduğunu söylemesi gibi…                         
Ben o yokluklardan sadece şunu hatırlıyorum: Babam 1945’de Devlet Hastanesi’nde 45 lira maaş ile işe girmişti. Onlara aradabir veya belki de senede bir, bir çuval şeker verirlermiş. İşte rahmetlik anamın, o şekeri çeşme suyunda eritip leğenle önümüze koyduğunu ve o şerbeti ekmek doğrayarak kaşıkla yediğimizi hatırlıyorum. Babamın kendi amcasından duyduğuna göre bizim sülalenin o mıntıkaya büyük bir göç dalgasıyla birlikte  Arabistan tarafından geldiğini söylerdi. Lakabımız UHUDOĞULLARI imiş. Babamın babası                   Hasankale’de Ruslar’a karşı savaşırken şehid düşmüş. Babam kendi babasını hatırlamıyordu. Anamın babası da aynı şekilde Çanakkale’de şehid düşmüş. O da hatırlamazdı babasını. Babam hastanedeki işe girinceye kadar tam yedi sene köyümüzün gündüzleri dahi insana ürperti veren sarp kayalarında çobanlık yapmış. Anam derdi ki; çobanlık yaptığımız o çetin günlerden birinde El-aziz’in  ovasını gören Pirhasan Dağı’nın tepesinde geceye kalmışdık. Ovada yanan ışıklar rahatlıkla görünüyordu. Ben ellerimi semaya açtım. Rabbime yalvardım: (Ya rabbi! Artık tahammül kalmadı, rızkımızı şu ovaya at artık… ) Bu  duanın üzerinden bir hafta veya on gün geçmeden babamız hastanede işe girdi ve bir müddet sonra da evimizi alıp şehre geldik…
Babam evinin eşyasını iki merkebe, çocukları da bir merkebe yüklemiş şehre öyle gelmiş. O zaman 4-5 yaşlarındaymışım. Benden büyük bir ağabeyim iki de ablam varmış, benden küçüğü ise henüz 5-6 aylık olan Zihni hocaymış. Anamın 13 çocuğu dünyaya gelmiş, bunlardan 4 erkek kardeşim ölmüş, geriye üçü benden büyük beşi de benden küçük olmak üzere 5 erkek ve 4 kız kardeş hayatta kalmışız. Babam evini şehre getirirken, bir de sütlü keçileri varmış. Onu satmış, Sürsürü’de tren hattının yanında borç harç bir ev satın almış. Haftasarlı Hüseyin’in duvar komşusu olan o ev hala öyle yarı yıkık haliyle ayakta duruyor. Şehre geldiğimizde ben, pek sıkıntı çekmedim. Amma ağabeyim mektebe başladığından lisan yönünden epeyce sıkıntı çekti. Çünkü biz Türkçe bilmiyorduk, Kürtçe konuşuyorduk. Daha sonra babam, şimdiki D.S.İ binasının yeri olan bir tarlayı satın alıp, bizi oraya götürdü. O günlerde şehrin son evleri Beşkardaşlar dediğimiz şimdiki öğretmenevinin oralardaydı. Kerpiçten yapılan üç göz evimiz tekti. Kışın evin etrafında kurtlar dolaşırlardı. Hatta bir kış gecesi evin etrafına gelen bir kurt, orta büyüklükteki bir köpeğimizi boğmuş, almış götürmüştü. Babam geceleri hastanede kaloriferlere baktığı için, zavallı anam bir sürü ufacık çocuklarıyla ne korkulu günler geçirirdi. Bölgenin (Karayolları) oradaki bu evimizde ben okula başlamıştım. O zaman şehirde 3 ilkokul vardı. Atatürk İlkokulu, İsmet İnönü İlkokulu ve Dumlupınar İlkokulu. Ben, Atatürk İlkokuluna kaydolmuştum. Dumlupınar’a Trahumlu çocuklar devam ederdi. İlkokula giderken namazımı kılar, orucumu da tutardım. Okulda namazımıza mani oluyorlardı. Teneffüs aralarında okulun bodrumuna inerdim, kırık masalar vardı, birinin üzerinde kılardım. Bodrum karanlıktı, çoğu zaman korktuğumdan bir arkadaşımı yanıma alıp öyle inerdim bodruma. Bir gün öğretmenim Topal Osman beni evine bir iş için gönderecekmiş. Beni aratmış, bulamamış, ben namazdan çıkınca, beni yanına çağırdı öyle bir tokat vurdu ki hala unutamıyorum. Okulda talebeler arasında 20-25 yaşlarında kızlar ve oğlanlar vardı. Ayfer isminde 20 yaşlarında beşinci sınıfta bir kız talebeyi hatırlıyorum ki, Kilise papazının kızıydı.
İlkokul 1’de 2’de Ramazan ayı yaza gelmişti. Oruç tutuyordum günler uzun ve sıcak. Okula gidip gelirken öğretmenevinin yakınında köşebaşında bir çeşme vardı; o çeşmenin dibine başımı koyar iyice serinler, ondan sonra yoluma devam ederdim. Takriben 3. veya 4. sınıfta bir ara 10-15 gün namazı bıraktım, kılmadım. Bir gece uyku arasında beni dehşete gark eden bir hitapla uyarıldım. “Namazını bırakma” diyordu bu ses bana. Namaza hemen başladım ama, o sesin bana verdiği dehşet ve korku çok uzun zamanlar devam etti.
İlkokuldan sonra Erkek Sanat Enstitüsü’ne kaydoldum. Meslek olarak demirciliği (metal) seçtim. Sanat okulunun dördüncü sınıfına başladığımız ilk günlerde, okuldan üç çalışkan talebeyi seçip leyl-i meccani olarak Ankara 2. Sanat ve Kastamonu Sanat Okulu’na göndereceklerdi. O talebelerden birisi de ben oldum. Biz iki arkadaş Kastamonu’ya, Süleyman Yenice isimli arkadaşımız da Ankara’ya gönderildik.
Sene 1957 idi. Ankara’ya kadar trenle gittik. Oradan öteye ise uzun burunlu Mercedes otobüslerle devam ettik. Çankırı’ya kadar bir iki yerdeki ufak molalardan maada, arızasız gittik. Fakat Çankırı’dan sonra Ilgaz Dağlarında arabamız sık sık su kaynatmaya başladı. Her su kaynattıkça tekerin arkasına takoz yerleştirilir, tââ derenin dibinden su getirilir, motor soğutulur ondan sonra manyeto koluyla zor bela çalıştırılır ve yine yolculuk başlar. Dura kalka güneşin başını eğip geçtiği bu Ilgaz ormanlarından da sıyrılıp nihayet Kastamonu’ya vardık. Kastamonu, ilk gördüğüm andan itibaren gönlüme taht kuran bir belde oldu. Belki de anavatanımdan çok sevmeye başladım bu şirin beldeyi. Bir dere boyunca kurulmuş ve dereyle ikiye ayrılmış olan Kastamonu’nun o günkü şirin halini tatmaktan daha ileri olarak, anlatmak imkânından mahrumum. Kastamonu; Kastın ne Moni… Daha sonra muhabbetine müptelâ olacağımız bir sultanın cazibesi bizi yüz üstü çekmişti Kastamonu’ya. Kastın ne moni değil, Kastın ne Sultan… olmuştu hakkımızda. Kastamonu isminin meşhur hikayesi: Derler ki; Müslümanlar Kastamonu Kal’ası’nı almak için kuşatırlar. Fakat bir türlü kaleyi teslim alamazlar. Kale komutanının gayet güzel bir kızı varmış ki, adı MONİ imiş. O kız, Müslümanların komutanına gönül bağladığından bir gece, kale kapılarının kilidini Müslümanlara atmış ve kapıları açılan kale zabtedilmiş. İşte bu hadise üzerine kalenin gayr-ı müslim komutanı kızına derki: Kastın neydi MONİ… Bu tabir birleştirilerek KASTAMONİ ismi oradan çıkarılmış. Biz de, gönlümüzü bizden alıp, bedenimizi boş bir kalıba çevirecek olan Sultan Feyzi hakkında sonradan diyecektik ki; Kastın neydi Sultan…
Kastamonu Erkek Sanayi Taş Mektebi Hasan Şef atelyesi talebesi olarak derslerimize devam ediyorduk. İbadetlerimize müdahale edilmiyordu. Hocalarımızdan gayet yaşlı olan Edebiyatçı Cevdet Bezirci müthiş bir atatürkçü idi. Dadaylı İbrahim Bey, mekanik dersine gelirdi ama daha ziyade askeriyede yaptığı bir tüfek resminin hakiki tüfek zannedildiğini anlatırdı. Bir teknik resim hocamız vardı ki, Muhittin Bey, Aziz Nesin’le yanyana koysanız maddede ve manada çok az bir fark görürdünüz. Dine karşı azılı bir düşman, şarklı çocuklar dindar oldukları için onlara da düşman. Bu düşmanlığını açıkça söylemekten çekinmezdi. Bir gün derste hiddetli, şiddetli bir şekilde konuşmaya başladı: Burada başı sarıklı bir yobaz var…şöyle yapar, böyle yapar, epeyce attı tuttu. Ben parmak kaldırdım, hırsla buyur dedi: Dedim: Hocam, ben sizin sarıklı dediğiniz o zatı tanımıyorum. Fakat konuşmalarınızdan anlıyorum ki o zat bir din alimidir. Bir din aliminin aleyhinde bu derece seviyesiz sözler sarfettiğinizden dolayı size teessüf ederim .Muhittin Bey’e bu kadar konuşmak bir talebe için görülmüş şeylerden değildi. Daha fazla konuşmama fırsat vermeden, şiddetli bir ihtar ile yerime oturmamı söyledi. Oturdum. Fakat o azılı din düşmanı da bir daha derste öyle ileri geri konuşmadı. Sonra tebeyyün etti ki başı sarıklı diye tenkid edilen muhterem hoca efendi, Bediüzzaman’ın sır kâtibi Mehmet Feyzi Pamukçu’dur. Gönlümüze kaderden manevi kanca o günden atılmış, fakat bizzat huzurunda ahz-ı feyz etmek 3 sene sonra 1961 senesinin ikinci ayında nasip olacaktır.
Kastamonu Sanat Okulu’ndaki hayatım gayet verimli geçti. Derslerimde çok başarılıydım. O zaman tam not 10’du. Benim mezuniyet notum 9,8 idi. Okul bittiğinde sene 1959 ‘du. Memleketime geldim.
Babamın maaşı epeyce artmıştı. Ağabeyim de Frezeci olarak Elaziz Şeker Fabrikası’nda çalışıyordu. Eskinin o katı yokluk günlerini artık yaşamıyorduk, fakat rahat bir durumda olduğumuz da söylenemezdi. Bir işe girip çalışmak istiyordum. Memleketimizde iş yoktu. Bir gün bir gazete ilanından Karabük Demir Çelik Fabrikaları’ndan sanat okulu mezunlarının arandığını okudum. Gitmek için babamdan izin istedim. Babam, uzaktır diye razı olmadı. Fakat benim üzüldüğümü görünce dayanamadı, müsaade etti. Tekrar ikinci garb seyahati başladı. 1959 yılının sonlarına doğru Karabük Demir-Çelik Fab.Merkez Atelyesi’nde işbaşı yaptım. Yevmiyem 11.30 lira (onbir lira otuz kuruş).Bu para benim gibi adamlar için iyi para idi. İşe girdik girmesine de, evden ayrılırken yanıma aldığım harçlığım bir hafta ancak dayanabildi. Maaşı bir ay çalıştıktan sonra veriyorlar. Yemek işini nasıl yapacaktım? Kimseyi tanımıyorum. Şarkın havasında büyümüşüm, benim olan bir şeyi kimseden istiyemiyorum, nerede kaldı ki tanımadığım adamlardan borç para isteyeyim. Düşündüm, taşındım cebimdeki son birkaç lirayla gittim peksimet aldım, bir torbaya doldurdum, her sabah kanaatkârâne o peksimetlerden ıslatıp ıslatıp yedim. Bu suretle 15-20 gün idare ederek ilk maaşa kadar durumu sürükledik. Allah kimseyi yoklukla terbiye etmesin. İmtihanların en ağırlarından birisidir. İlkokul senelerinde yani 1948-1949 senelerinde babam bir sene eve arpa unu getirmişti. Anam ne kadar elese de arpa ekmeğinin unu kılçıklı oluyor.O kılçıklı arpa ekmeğinden yerken, günün birinde canım çarşı ekmeği istedi. Yani fırında yapılan açık ekmekten. Anama söyledim, anamda para yok. Ana ciğeri, sızlıyor, beni oyalamaya çalışıyor. Fakat o da olmuyor. En nihayet evimizde odunları yarmak için küçük bir balta vardı, onu bana verdi “götür bunu sat da kendine ekmek al” dedi. Götürdüm sattım, artık kaç ekmek geldi bilmiyorum aldım eve getirdim. O sıkıntılı günlerde çok ihtiyaçlarımızı veya arzularımızı babamı incitmemek için gizlerdik. Babam her sene güzün bir Gızlavet kara lastik, baharda da bir yazlık beyaz lastik alırdı. Çocukluk bu, her sene babamın bana kara lastik yerine kara çizme almasını beklerdim. Fakat ben babama kıyıp söylemedim, o da imkansızlığından olacak ki, almadı. Hülasa; Allah, kimseyi yoksullukla terbiye etmesin.
Karabük, hayatımın vechesini değiştiren belde.  Risale-i Nur’u, Bediüzzaman’ı, Sultan Feyzi Hz.lerini, Mustafa Osman Efendi’yi orada tanıdım. Yani, hayatımın manasını orda buldum. 1959’da fabrikada çalışmakla beraber Akşam Tekniker Okulu’na da devam ediyordum. İşçi sarayının ilk misafirleri biz olduk. Yerimiz gayet rahattı. Gece-gündüz her an sıcak sulu banyolar, 3-4 ranzalı geniş odalar, Yozgat’lı, Çorum’lu, Elaziz’li, Giresun’lu, Rize’li gariban vatan evlatları 400-500 kişi bir binada kalıyoruz. Binanın bodrum katı yemekhane. Yemekhaneye bitişik bir de mescidimiz var. İş yerlerinde de mescitler var. Hemen hemen 24 saat bir aradayız. Fabrika, yatakhane ve okul…
1961 senesinin Ocak ayındayız. Bir gün Osman Güreldi, Süleyman Tanrıöver isimli ve aramızda en dindar ve malûmatlı olan arkadaşlarımızın tevkif edildiğini duyduk. Acaba neden? Bildiğimiz kadarıyla bu arkadaşlar, ahlak ve fazilet timsali arkadaşlar. Sonra öğrendik ki: Bu arkadaşları Nurcu oldukları için hapse atmışlar. Hapishaneye yatak vs. götürmek bize düşüyordu. Arkadaşların hizmetlerini görmekle beraber Nurculuk dedikleri şeye karşı da bende bir merak uyandı. Yanılmıyorsan arkadaşlar 15-20 gün hapisten sonra çıktılar. Ben kendilerinden Nurculukla ilgili eserlerden istedim. Bana ilk olarak bir Gençlik Rehberi, bir Küçük Sözler ve bir de Mesnevi-i Nuriye verdiler. Ben eserleri okumaya Mesnevi-i Nuriye’den başladım. Aklım, bu ilk okuyuşta belki kemaliyle istifade edemiyordu. Fakat ruhum ve kalbim eseri elime aldığım andan itibaren adeta cesedi terkedip kendi alemlerine çekilip gidiyorlardı. Neden sonra kendime geldiğimde bakıyordum ki 3 saat geçmiş, 5 saat geçmiş. O cezbeli vaziyette en çok anlaştığım mahlukat, hayvanlar oluyordu. Çoğu zaman kendime geldiğimde bakıyordum ki; kuşlar, güvercinler de gelmiş Risale dinliyorlardı. Hatta bir seferinde Pazar günü Safranbolu’nun sayfiye yerlerine gitmiş, arkadaşlarla ders yapıyorduk, neden sonra ayıldık ki orada otlayan keçilerden birkaçı otlamayı bırakmış, gelmiş ders dinliyorlardı. Bu arada Risale-i Nur’larla intibaha gelen arkadaşlarımızın sayısı da epeyce çoğalmıştı. 1962 senesi olduğunu sanıyorum. İhtilâlin kabadayıları Türkiye genelinde şeytanca bir planla, ilkokullardan başlayarak her kademeden kız ve erkek öğrencilere Cinsel Eğitim dersi vermek için konferanslar başlatacaklarmış. Bunun ilkini gayet müsait bir zemin olarak gördükleri Safranbolu’da yapacaklarmış. Biz konferans gününe hazırlandık. Karabük’ten bir otobüs dolusu arkadaşla Safranbolu Bağlar’daki toplantı salonuna gidip yerlerimizi aldık. Açık saçık kadınlar, bıyıksız kravatlı aristokrat takımı da gelip yerlerini aldılar. Neyse, olanlar oldu ve ihtilalin düdükçüleri çocuklara Cinsel Eğitim dersi veremeden, evvel kendileri öyle bir terbiye dersi aldılar ki, ta 1969’a kadar bir daha böyle bir terbiyesizliğe kimse teşebbüs edemedi. O günlerde İstanbul’da günlük olarak neşrolunan Yeni Sabah Gazetesi (ikinci Menemen Hadisesi) diyerek, haberi iri puntolarla başlıktan veriyordu. Karabük’ün Emniyet Müdürü’nün kendini saklayan mücahid müslümanlardan birisi olması, bizi, o hadisede ucuz kurtardı. Karabük’te Risale-i Nur hizmetleri sebebiyle müteaddit defalar takibata uğradık. Tekniker Okulu’nu bitirdikten sonra Resim Konstrüksiyon Müdürlüğü’nde teknik ressam olarak çalışmaya başlamıştım. İşçi Sarayı’nın orta blokunda tek kişilik odalarda kalıyordum. Bir gece rüyamda gördüm ki; Hazret-i Gavs Abdulkadir-i Geylâni (R.A), yattığım odayı teşrif buyurmuşlar. Adam boyundan yüksek ve içerisi Risaleler’le dolu bir dolabım vardı. Hz. Gavs (R.A) mübarek eliyle o dolabın kapısını yukarıdan aşayıya kadar  ……………….. diyerek sığadı ve kayboldu. Ben sabahleyin işe gittim, masamda oturup rüyanın ne manaya geldiğini düşünürken, baktım bürodan içeriye beş altı sivil ve resmi polis girdiler. Doğruca müdürün yanına gittiler. Biraz konuştuktan sonra müdür beni işaret ederek onlara gösterdi. Polisler yanıma gelerek, yattığım odada arama yapacaklarını söylediler. Hayhay buyurun dedim. Odaya çıktık. Yastık kılıflarının içerisine varana kadar sıkı bir arama yaptılar. Aradıkları Risale-i Nur eserleriydi. Evet, o günlerde bir küçük Risale bulundurmak, bir bomba bulundurmaktan daha büyük bir tehlike olarak görülüyordu. Bu derece sıkı bir aramada hiç birisinin aklına gelip de o dolabın içerisine bakmadılar. Ben rüyanın tabirini böyle anında ve harika bir surette gördükten sonra, biraz da alay edercesine; buraya kadar geldiniz, bir şey bulmadan giderseniz ayıp olur, bari şu haftalık Yeni İstiklâl Gazeteleri’nden birkaç tane alın öyle zabıt tutun diye kendilerine birkaç gazete verdim, gittiler. Sene 1963 oldu. Yedeksubay öğretmen olarak askere gittim. Beni Ankara Kalecik kazasına verdiler. Oraya gittim kırk civarında Yd.Sb. öğretmen daha oraya gelmişti. Karabük’ten de tanıştığımız Karadenizli bir arkadaş gelmişti. Orada 15-20 gün kurs görüp köylere kur’a çekerek dağıtılacaktık. Bir otel odasına yerleştik. Ben hariç ne kadar kursiyer subay varsa hepsi kurs saatinin dışında lokalde cem olup çeşitli kahve oyunlarıyla vakit geçiriyorlar. Ben, ya bir-iki müslüman esnaf var, onların dükkanlarına uğrayıp sohbet ediyorum veyahut odama çekilip kitaplarla meşgul oluyorum. Kalecik küçük bir yer. Kim ne yapıyorsa herkesin haberi oluyor. Kaymakam merak etmiş benim neden onlara iştirak etmediğimi sormuş. Beni tanıyan karadenizli arkadaş da tutmuş Nurculuğumuzu orta yere söylemiş. Oranın kaymakamında çok acaib bir hafıza vardı. O kırk kişi kursiyerin sırayla ismini, soyismini ve memleketini birer defa sorar dinlerdi; ondan sonra, herkesi ismiyle soyismiyle ve memleket adıyla çağırabiliyordu. Meğer bizim kursiyerlerin  arasında azılı bir dinsiz varmış. Ortadoğu Üniversitesi’ndendi yanılmıyorsam. Askere gelmiş. O demiş; Ben de öyle bir yobaz istiyordum zaten, eğer kaymakam bey müsaade ederse, yarın onunla iyi bir keyf çıkarayım. Kaymakamın da arayıp bulamayacağı bir şey. Hemen orada ittifakla karar veriyorlar: Ertesi gün ders olmayacak, o azılı dinsiz benimle dini münakaşaya girecek ve biraz keyf edecekler. Bizim lazoğlu dahil hiç kimse geceden bana kopya vermedi. Sabah oldu, kurs gördüğümüz okulun salonunda yerlerimizi aldık, fakat ders başlamıyor. Ateist olan o kursiyer ufak ufak mukaddes mefhumlara saldırmaya başladı. Müdahale etmedim. Bir hayli ahkâm kestikten sonra (zaten Allah’ta (haşa) yoktur, insanlar bunu kafalarından uydurmuşlar) dedi. Eh, artık bize müdahale etmek vacib oldu. Baktım, beni ezmek hususunda tam bir ittifak var. Dedim: Arkadaş, senin hezeyanlarını ağzına tıkamak artık üzerime vacib oldu. Yalnız sizinle münazaraya girmeden evvel bir şartım var: Sen konuşurken ben asla senin sözünü kesmeyeceğim, ben konuşurken de sen kesmeyeceksin. Tamam mı, tamam. Diğer öğretmen ve kursiyerlerin de söze asla karışmamalarını temin ettikten sonra dedim: Buyur söz sizindir…Adam söze başladı, 5 dakika 10 dakika 15 dakika ondan sonra durdu. Ben kasden söz almıyorum. Üçbeş dakika da öyle boş geçti. Dedim devam et. Dedi diyeceklerim bundan ibaret. Dedim, yani 1400 senedir en aşağı 14 milyar insanın var dediği, inandığı bir davayı sen 15 dakikada çürütüp kenara attın öyle mi? Ben böyle hakaretamiz konuşunca üçbeş dakika daha konuşup sustu. Ben söze başladım. Doğrusu ne söylediğimi ben de bilmiyorum. Yalnız konuşmalarımda 23.Lem’a’nın derslerini tekrar ettiğimin farkındaydım. Münazaramız dört saat civarında devam etmişti, en sonunda bizim ateist dedi ki: Evet Allah vardır, fakat ben inanmıyorum. Dedim, hah şimdi işi düzelttin. Cehennem de haktır, Cennet de haktır. Biz orada deşifre olduk. Sonradan o lazoğluna dedim: Bana neden geceden haber vermedin? Dedi: Ben senin onu ezeceğinden emin olduğum için lüzum görmedim. Herneyse, bunu şunun için anlattım: Kurslar bitince kur’a çektik. Ben Gölköy’ü çektim. Gölköy deyince başta kaymakam, bütün eğitici personel cin çarpmışa döndüler. Meğer Gölköy o mıntıkada mücahid müslümanların yuvası olmakla meşhurmuş. Köyün tamamı Pilavoğlu’nun müridanıymış. Üç-dört defa parçalanmış heykeli, merasimle atıldığı çukurdan, devlet ricali çıkarmış. Dediler: Tamam ihtilal hazır. Neyse biz köye gittik. Köy kazaya yakın olmasına rağmen araba yolu yok, yayan gidilip geliniyor. Okulun lojmanı gibi olan bir odasına yerleştik. Namaz vakitlerinde camiye gidiyorum. Namaza gidip gelirken kime selam versem yüzünü öbür tarafa çeviriyor. Namazda farzlar kılınır kılınmaz yanımdaki adamlar adeta kaçarcasına benden uzaklaşıyorlar. Ben hayret hayret içinde kalıyorum. Neyse, ya sabır deyip okula ve camiye devam ediyoruz. Takriben bu hal, iki ay civarında devam etti. Bir gün güneşlik bir havada okulun bahçesinde oturuyorum. Baktım, köyün en yaşlısı ve en itibar göreni Hasan Dayı, yanında 3-4 kişi çıktı, okulun bahçe kapısına gelip beni çağırdı. Dedi: Evlat, bu mektep buraya yapılalı 40 sene oldu, ben daha bu çevirmeden içeri adımımı atmış değilim. Fakat şimdi giriyorum. Çevirmeden içeri girdi, yer gösterdim oturdular. Hal hatır sorduktan sonra dedi ki: Evlat sen daha bu köye gelmeden bir hafta evvel senin hakkında köye bir haber geldi. Dediler ki, size bir öğretmen gelecek, dindar görünüp köyün sırlarını devlete aktaracak, aman dikkali olun. Onun için biz seni bu güne kadar devletin bir ajanı nazarıyla görüyorduk. Fakat bu akşam ben bir rüya gördüm. Rüyamda baktım, Şeyhim Mehmet Pilavoğlu Hazretleri köye gelmiş, beyaz bir at üzerinde doğruca camiye geldi. Orada namaz kıldı, sonra da atına binip köyden ayrıldı. Atın gemini ben tutmuştum. Ta bu mektebin hizasına gelince bana, dönüp mektebe bakmamı söyledi. Baktım okulun yerinde bir cami var, kubbeleri yeşil mermerden yapılmış. Okulun içerisinden şeytanlar kaçışıyorlar. Şeyhim bana dedi: Bundan sonra buraya devam ediniz ve rüya bitti. İşte bu rüyanın üzerine bu şeytan yuvasına ilk defa ayak basıyorum ve anladık ki sizinle bizim aramızda bir oyun var. Ben de “kaza”da geçen hadiseleri anlattım. Okulun müdürü aynı köyden İsmet Aslantaş’tı. Köy Enst. mezunuydu. İyi bir dinsizdi. Demek ben köye gelmeden köye bu haberi daha doğrusu bu yalanı yaymışlar. Artık köylü ile aramızda su sızmıyordu. Bu hal fazla sürmedi, bir gün baktım suratı zift gibi kart bir adam müfettiş diye okula gelmiş. Adı Tevfik Taşpınar. Ben her sabah talebelere koro halinde Amentüyü okutup öyle derse başlıyorum. Tabii bu suç, hakkımda kâfi bir delil oldu. Beni derhal Ankara Polatlı kazasının Çekirdeksiz köyüne sürgün ettiler. Ayrıca Kalecik Asliye Ceza Mahkemesi Nurculuk suçundan dava açtı. Sonra o davadan beraat ettim. Yeni gittiğim o köyde de rahat bırakılmadım ve rütbelerim sökülerek er olarak Isparta Er Eğitim Tugayı’na sevkedildim. Isparta’da tugaya gittim. İlk karşılaştığım şey, temeli atılmış fakat yapılmamış bir bina temeliydi. Sordum bu nedir? Dediler, bu Hazret-i Bediüzzaman’ın temelini attığı cami inşaatıdır. 60 ihtilalinden sonra yapılmamış ve öylece kalmış. Bir çarşı izninde Husrev Efendi Hz.lerini ziyaret edeyim dedim. Meğer hapisteymiş. Hapishaneye gittim. Gardiyan dedi: O başı sargılı adamı mı soruyorsun? Dedim: Yok, O başı sarıklı adamı soruyorum. Hatasını anladı. Dedi: O, ziyaretçi kabul etmiyor. Vebali günahı boynuna, göremeden geri döndüm.
Isparta’dan dağıtım olduk. İskenderun 39. Tümen’e verdiler. Gittik. Beni karargâh bölüğüne yazıcı olarak aldılar. 2-3 ay böyle devam ettim. Bir gün bölük komutanı binbaşı beni çağırdı, gittim. Dedi: Ulan sen ne adammışsın be! Dedim: Hayırdır komutanım. Dedi: Ulan, ben tümen komutanının ismini bilmezdim, sen geldin geleli her hafta senin tekmilini vermek için huzura çıkıyorum. Arkandan gövden kadar bir dosya gelmiş, halbuki bu üç ay içerisinde senin nefes alışını bile tesbit ettirdim. Sende hiç bir şey bulamadım, bu ne muammadır? Dedim: Komutanım, ben namaz kılıyorum. İslami ilimlerle meşgul oluyorum ya, işte suç olarak bu kâfidir.
O tümenden Ankara Ağır Ceza’daki bir davaya da ayda bir ihzarlı yani yanımda iki muhafızla gidip geliyordum. Tabii İskenderun’u çıkar çıkmaz, muhafızlar memleketlerine gidiyorlar. Kararlaştırılan günde İskenderun’da birleşiyoruz ve birliğe teslim oluyoruz. Sonradan bana onbaşı rütbesi de taktılar. İniş çıkış dünyası. Teğmenlikten erliğe, erlikten onbaşılığa…
Ben İskenderun’a gitmeden birkaç ay evvel Risale-i Nurlar’la ilgili bir hayli hadiseler olmuş. Lise hocası Vahidettin Karaçorlu hapse konulmuş, gidip Hatay Hapishanesi’nde ziyaret ettik. Deniz Subayı Muzaffer Güney’i de orada tanıdık. Bu itibarla bütün hareketlerim, ciddi bir takip altındaydı. 1965’de askerlik bitti. Zonguldak E.K.İ İşletmelerinde işe girdim. 1967’ye kadar orada dershane faaliyetlerimiz devam etti. 1967 senesinde ani bir kararla, işten istifa etmeye dahi zaman bulamayacak bir acele ile çıktım, Ankara’ya gittim. Doğru Said Özdemir’in Bendderesi’ndeki dershanesine gittim. Said Abi beni karşısında görünce hayret etti. Dedi: Ben de senin telefonunu arıyordum ki seni çağırayım. Biz yarın veya bir iki gün sonra tevkif olunuyoruz. Hizmetin başında kimse kalmıyor. Beni dolaştırıp kitap depolarını, hizmet yerlerini gösterdi ve ikinci gün kendisi gidip teslim oldu. İman ve Küfür Muvazeneleri kitabı ilk defa basılacaktı. Matbaayı gösterdi. Ulus’ta bir matbaa. Matbaaya gidişimiz gelişimiz tam bir film. Matbaaya gidene kadar kırk sokak değiştiriyoruz, çıkarken kırkbir sokak değiştiriyoruz. Ta ki kitabın nerede basıldığı bilinmesin. Basılan formaların kırılması dahi matbaada yapılmıyor, ele geçme korkusu var. Formaları düz sayfa halinde alıp evlere taksim ediyoruz. Nurcu Hanımlar evlerde formaları kırıyorlar. Onları evlerden toplayıp ya bir mahzende veya izbe bir evde onları harmanlıyor, kitap haline getiriyor ve sonra da ciltciye veriyoruz. Kremi karton kapaklı ilk baskının yapılması bize nasib oldu. Fiatı hususunda hapishaneye gidip Said Ağabey’le istişare ettim, 7,5 Lr. koyun dedi, öyle yaptık.
Koltuk anbarımız (sevk anbarı) Çerkez Sokak’ta idi. Emniyet kuvvetleri bir silah kaçakçılığı takibinde iken, gidip bizim anbara rastlıyorlar. Bakıyorlar ki bunların hepsi Risale-i Nur eserleri. Eee!… O zaman için her bir eser bir bombadan daha ziyade suçlu görülüyordu. Hemen bir kamyon getirip tam bir kamyon dolusu Risale’yi alıp Anafartalar’daki Adliye binasına teslim ediyorlar. Benim de eşkalimi tesbit edip beni arıyorlar. Ben dershanede hazırlıklarımı tamamladım. Bir Ramazan günü saat 9’da adliyeye gidip savcının odasına girdim. Dedim: Benim kitaplarımı almışsınız, kitaplarımı sizden almaya geldim. Savcı önce şaşırdı. “Yani yakalanan Risaleler’in sahibi misiniz?” dedi. Dedim: Evet. Biraz şöyle oturun dedi. Herhalde gizli bir zili vardı onu bastı ki, beş dakika sonra baktım 3 sivil polis odaya girip birer yanıma oturdular. Savcı benim Emniyet Sarayı’nda ifadeye gideceğimi söyledi. Polisler beni alıp emniyet sarayına götürdüler. Yatsı namazı geçiyordu hâlâ ifade alıyorlardı. Kendilerince bir ifadeler aldılar, imza ettirdiler ve beni Nöbetçi Mahkeme’ye sevkettiler. Mahkeme bir reis, bir kâtipten müteşekkildi. Hakim dosyaya baktı, okudu, ondan sonra da bağırmaya başladı. Sizi gericiler, sizi yobazlar… Hayırdır inşaallah dedik. Adam, benim sözlerime hiç aldırış etmeden, benimmiş gibi bir sürü ifade yazdırdı. Fakat yazdırdığı ifadeler hep beni kurtarıcı ifadeler. Gel imzala dedi. Dedim: İmzalamıyorum, siz benim dediklerimi yazmadınız ki… Adam bu sefer daha yüksek perdeden bağırmaya başladı. Baktım, adam beni kurtarmaya çalışıyor, fazla uzatmadan imzaladım. Karar: Dosyanın 1.Ağır Ceza’ya havalesine, mahkemenin tutuksuz devamına… Bizi orada serbest bıraktılar. 1.Ağır Ceza’daki o mahkeme 1971 senesine kadar devam etti. Mahkeme neticesinde 1,5 sene hapis 1 sene sürgün ve amme hukukundan men cezasına çarptırıldım. Dosyayı temyiz ettik. Daha dosya temyizdeyken bir umumi af çıktı, dosya dibinden kaldırıldı. Sonra biz eserlerimizi adliyenin arka kapısından geri aldık.
1969 senesinde evlendim. Bu arada Said Abiler hapisten çıktılar. Ben de Tümaş’ta işe girdim. Daha sonra serbest çalışmaya başladım. 1977’ye kadar serbest çalıştıktan sonra 1977 senesinde E.B.K Elaziz Kombinasına Bölge Teknik Şefi olarak işe girdim. Bu son işçiliğimiz fazla uzun sürmedi. O zaman Halk Partisi iktidara geldi, bizi de kemal-i izzetle işten ayırdılar. Bu sefer, elde ettiğimiz borç harç bir sermaye ile demir ticaretine başladım.
El’aziz’deki hayatımda şüphesiz en büyük kârım H.Hulusi Efendi’nin sohbetlerine devam etmek olmuştur. Hemen hemen istisnasız her dersinde, her sohbetinde bulundum. Dersleri büyük bir ekseriyetle ya bana veya kardaşım Zihni Efendi’ye okuturdu. Hacı Bey bana daimi Şeyh Efendi diye hitab eder, bazan da (Şeyhuna Şeyhun Kebir) deyip iltifat ederlerdi.
Hulusi Efendi’nin vefatına bir sene kala (1985) bende bir ruhî tebeddülat oldu. Ticaretle meşgul olurken insanlardan çekinmek, hatta korkmak hali bende zuhur etti. Mukavemeti imkânsız bir inziva haleti beni eve hapsetti. Dışarı çıkamaz oldum. Böylece iki ay kadar kaldıktan sonra, Hulusi Efendi Hazretleri’ni evinde ziyaret ettim. Bendeki ruhî haleti kendilerine arzettim. Dinledi ve dedi ki: Senin bu halin devam ettikçe kendini dışarı çıkmak için zorlama; eğer dışarı çıkmak meyli uyanırsa o zaman da içeride kalmak için kendini zorlama. Böylece halimizi bir tashihten geçirmiş olduk. O gün bu gündür zaruretlerin dışında dışarı çıkamıyoruz. Rabbimizin affına sığınıyoruz.
Her ne kadar ben içeri girdiysem de Risale-i Nur hizmetine kapıyı kapatamadım. Muntazam dersler olmuyordu. Fakat gelenler gidenler de eksik olmuyordu. Bu sayı gittikçe artıyordu. Bilhassa Hacı Hulusi Efendi Hazretleri’nin dar-ı bekayı teşrifleri sonrasında gelen mevcuda, ev kifayet edemez bir hale gelmişti. O sırada babamın evi boşalmıştı. Orada bazı tadilatlar yaptık, mescid haline getirdik, beş vakit ezan okunup namaz kılınmaya başlandı. 1989’da ACZMENDÎ DERGAHI levhamızı da astık. Bu levha asılır asılmaz Emniyet’in sivil birimleri hemen seferber oluyorlar. Tekkelerin kapatılmasına dair olan kanunu çıkarıyorlar, bakıyorlarki: Kapatılan yerler arasında “DERGÂH” ismi geçmiyor. Öylece atıl kalıyorlar. Bu hadiseyi sonradan sivil bir komiser anlatmıştı.
Dergâhımızda muntazam derslere başladık. Her gün ikindiden sonra ve yatsı namazından sonra “Sohbetler ve Zikirler” devam ediyordu. Bu arada sünnet-i seniyyeye göre giyinenlerin sayıları da günden güne çoğaldı.
Bidayette, ahvâl-i umumiyenin yalancı tercümanları olan gazeteciler, bu teşekkülü görmemezlikten gelmeye çalıştılar. Lâkin mızrak çuvala sığmaz. 6 Temmuz 1992 günü Hicrî yılbaşı münasebetiyle birkaç otobüs dolusu kadınlı-erkekli, genç ihtiyar bir grup Aczmendi mensubu kardeşlerimizle, Ankara’ya Kocatepe ve Hacıbayram-ı Veli Camiine seyahate çıktık. Öğle namazını Kocatepe Camii’nde kıldıktan sonra, Ankara’yı az çok tanımak-görmek maksadıyla yürüyerek Bakanlıklar, Kızılay, Ulus istikameti ile Hacıbayram Camii’ne yola çıktık. Lâkin bizim bu masum yürüyüşümüz, Ankara’daki bütün resmi makamları tâbiri caizse hoplattı. Bütün Emniyet Güçleri üstümüze gelmek istedi. Fakat tutacak kulpları yok. Mani olmak istiyorlar, fakat adını ne koyacaklar onu bilmiyorlardı. Emniyetin bu kararsızlığı içerisinde biz Hacı Bayram Camii’ne gittik, ikindi namazımızı kıldık ve normal program seyrinde geri dönüş için yola çıktık. Bizim en tabii hakkımız olan; vergisini verdiğimiz, askerliğini yaptığımız, hulasa her türlü vatandaşlık görevini yerine getirdiğimiz kendi vatanımızın başkentinde seyahat hürriyetimiz, bu ilk İslamî kimliğimizi dışa yansıtan kılık-kıyafetimizle yaptığımız bu toplu seyahatimiz de böylece, -fevkalade çalıştıkları halde- engellenememiş oldu. Fakat bu masum seyahat mü’minlerin dilinde URUS, gazete üzerinde ise ULUS yazılı, Ankara’nın yerel bir gazetesinde sürmanşet bir haber daha doğrusu resmi makamlara ihbar niteliğinde “Başkent’te Şeriat Provası” diye kalın siyah puntolarla yer alıyordu. Zaman da gösterecekti ki ihbar, yerine ulaşacaktı.
Ağustos 1992’de AKTÜEL DERGİSİ ve DAILY NEWS gazeteleri “İSLAMIN AYAK SESLERİ” manşeti altında ACZMENDÎ Hareketi hakkında bir araştırmalarını kaleme aldılar.
30 Ağustos 1992 tarihindeki yeni bir Ankara seyahati ise, Ankara’da Müslümanları görmeye tahammülü olmayan Kemalistleri bir hayli kızdırdı. Ellerindeki son kalenin düşmesinden korkuyorlardı. Bu seyahatler şunu gösteriyordu ki; Kemalistler çok zaif idiler, işleri bitik idi. Zahirdeki kuvvetleri ise; kendilerine ait değil, cedd’lerinin, zamanında yaptıkları zulüm ve ceberrut neticesinde hislere tevarüs etmiş olan lüzumsuz bir korkudan ibaret idi. Evet, hakikatta o kadar zaif idiler ki, Müslümanların değil icraatlarına, Müslümanca bir kıyafetle yıkılacak kadar zaif bir temel üzerine oturtturulmuş bir rejim, elbette kaçınılmaz olarak “MUVAKKAT BİR REJİM” olmaya mahkumdu.
Fakat tarihe karışmadan önce can havliyle, Müslümanlara ne kadar zarar verebilirsem kârdır adesesiyle bütün Emniyet Güçlerini iğfal edip milletin emniyetini temin etmeye çalışması gereken bu kolluk kuvvetlerini, rejimin emniyeti hesabına Müslüman milletinin üstüne saldı. Kayseri’de, Maraş’ta, Malatya’da ufak tefek tutuklamalar ve sorgulamalar devri başladı.
1993 tarihinde ecnebilerin naşir-i efkârı olan basın-yayın ve rejimin dayanak noktaları olan kurumlar ACZMENDİ hareketi karşısında büyük bir telaşa kapıldılar.
Ülke genelinde ses getiren ilk hadise 1992’nin 10 Kasım’ında meydana geldi. O sene 10 Kasım Kemalistlere zehir-zıkkım oldu. İbadetlerini gönül huzuruyla yapamadılar. Tabii bu, rejim için büyük bir hadiseydi. Gazeteler, radyolar, T.V’ler renkli renkli neşriyatlar yaptılar. 23 arkadaşımız 23’er gün hapiste kaldı. Bu hadisede 13 yaşındaki çocuktan 92 yaşındaki ihtiyara kadar, her yaş grubundan insanın bulunması, cemiyetin her tabakasının artık, bu saçma uygulamalara karşı patlama noktasına geldiğinin açık bir göstergesiydi.
Hadiseler böyle cereyan ederken çok komik olaylar da cereyan ediyordu. Kayseri’de, üç arkadaşımız yolda yürürken ellerinden asalarının alınıp asa’larının DGM’ye verilmesi gibi…
1992’nin 10 Kasım hadisesinden sonra Aczmendi mensubu kardeşlerimizle toplu olarak Ankara’ya seyahate gitmeye karar verdik. 6 Şubat 1993 tarihli olarak kararlaştırılan bu seyahatten önce yine farfaralı gazeteler yaygarayı kopardılar. Ankara’yı karıştırmaya geliyorlar imajı vererek resmi kurumları üzerimize kışkırtmaya ve genel halk kitlesinde de infial uyandırıp bizi, terör hareketi gibi göstermeye çalıştılar. Fakat bu arada Uğur Mumcu adlı gazetecinin öldürülmesi hadisesi de vaki olup dinsizler hep bir ağızdan mukaddes Şeriat’ımıza sövünce, bizim seyahatimiz tabii olarak onların boy ölçüsünü almaya gider bir vaziyete intikal etti. Seyahatimizden önce bütün basının aleyhte kampanyaya başlaması ve dernek ve kuruluşların bu yol ile bizi tehdit eder ifadeler vermesine mukabil biz de, bizi genel manada tanıtıcı olan bir bildiriyi bütün Emniyet Birimlerine ve basın kuruluşlarına verdik. Yukarıda ifade ettiğim, tehdit eden dernek ve kuruluşların sadece bir ifadesine yer verdikten sonra, bizim basın bildirisini de bera-yı malûmat olarak aşağıya aynen yazıyorum.
“Asa’lı yürüyüşe tepki
                                    A.Rezzak ORAL/ANKARA
………………………………………………
………………………………………………
Türk Kadınlar Birliği Genel Başkanı Aysel Gürsoy da “asa”lı yürüyüşe tepki göstererek, şunları söyledi:
Niçin “asa”lı yürüyüş yapıyorlar. Yoksa bu asaları Türk Halkı’nın kafasına vuracağız mı demek istiyorlar. Bana göre, demokrasi ve laiklik karşıtlığı, vatan hainliği ile eşdeğerdir. Türkiye’yi sevenlerin işi olamaz. Ayrıca Müslüman-Laik ayırımına da karşıyız. Biz de Müslümanız, ancak müslümanlığımızı çağdaş ölçülerle sürdürüyoruz. Demokratik düzenimizi hedef alırlarsa karşılarında sadece bizim derneğimizi değil, bütün Türk kadınlarını bulurlar.”
                                                                           MİLLİYET 4 Şubat 1993
Bizim, Emniyet Birimlerine, basın mensuplarına verdiğimiz ve seyahate çıkarken dergâhın kapısında yaptığımız konuşmanın metni ise aynen şöyledir:
“Aziz Mü’min ve Mücahid Kardeşlerim!
Allah (c.c) lûtf-u inayetiyle bu seneki Beraat Gecesi’ni ihya etmek niyetiyle Ankara Kocatepe Camii’ne gidiyoruz. Maksadımız rıza-yı İlahidir. Başka bir maksadımız yoktur. Siyasi ve entrikalı teşkilatlarla asla alakamız yoktur. Biz Risale-i Nur talebeleriyiz. ACZMENDİ ta’biri Risale-i Nur Talebelerinin diğer adıdır.Harekâtımızın ve sekenatımızın bütün düsturları Risale-i Nur eserlerinden alınmaktadır. Bu itibarla bizler:
Avrupa’nın içimize attığı bir hastalık olmak hasebiyle, bugünkü siyasetten nefret ediyoruz. Bu siyeset: Meleği şeytan, şeytanı melek gösterir.
Anarşi taraftarı değiliz.
Dinsizleri öldürmeye değil, düştükleri imansızlık çukurlarından kurtarmaya çalışıyoruz.
Ben müslümanım diyen samimi Müslümanlarla münasebetimiz, her ne sebep tahtında olursa olsun, onları sevmektir. En militanından tutun, en mazlumuna kadar.
Hulâsa, meslek ve meşrebimiz muhabbet esası üzerine kurulmuştur.
Şimdi durum bu iken, bizim Kocatepe Camii’ne gitmemizi bahane ederek farfara çıkaran bir kısım gazetelerin ne kadar haksız oldukları ortadadır. Esasen onlar ve yandaşları, işledikleri kabahatlerinin mukabele göreceğinden derin endişe içerisindedirler.
Evet, ben dinsizim diyen ve ömrü boyunca dine, imana, camiye, Kur’an’a hulâsa mukaddesat namına ne varsa onlara sövmeyi şeref telâkki eden birisinin öldürülmesini bahane ederek, şeriata ve şeriatçılara küfreden sürülerle beraber, devrin hükümet başkanı, yargı başkanı ve onlardan daha aşağıda olanlar da aynı yürüyüşe katılırlarsa, elbette yüzde doksansekizi Şeriat’a göre amel eden müslümanların meşru olarak nefs-i müdafaada bulunacakları korkusu onları tedirgin edecektir.
Ama kabahat kimde?
Halbuki şeriat demek cami demektir, şeriat demek islâm demektir, iman demektir. Şeriat demek Kur’an demektir, peygamber demektir. Şeriat demek namaz demektir, oruç demektir, hac demektir. Kahrolsun şeriat demek, bunların hepsi kahrolsun demektir. Doğrusu bunu diyebilmek bu vatan için büyük bir cürettir. Görelim Mevlâ neyler….
Bilhassa Kemalizm dinine mensup olan kadın-erkek bazıları da ACZMENDİ’leri hedef alarak hamleye geçmişler. Sevsinler taşbebeklerini, ne kadar da şecaat arz etmişler. Haberemizi ulaştıracak birisini bulsak onlara diyeceğiz ki: Otel salonlarının kibar evlâtları, kendinizi çok üzmeyin; zaten saltanatınızın şurada kaç gün ömrü kaldı ki; bari bu mahdut günleri olsun elemle geçirmeyin, olmaz mı?
Biz elimizdeki ASA’ları insanların kafalarına vurmak için taşımıyoruz. Biz onları peygamberimize benzemek için taşıyoruz. İbadet olduğu için taşıyoruz. Fakat görülen o ki; mürtedler kafalarını ileriye uzatmış, var güçleriyle koşup sünnet-i seniyyeye toslamak istiyorlar. İnşaallah böyle bir tecrübeye girmezler. Yoksa beyinlerinin sünnet-i seniyye kal’ası önünde toprağa akacağını bilsinler. Netice olarak “biz Hizbü’l-Kur’an’ız”; “inna nahnü nezzelna’zzikra ve inna lehû lehafîzûn” sırrıyla “Kur’an’ın kal’asındayız”, “hasbünallahü ve ni’mel vekil” etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur.”
Bu konuşmamızı müteakip Ankara’ya seyahate çıktık. Fakat bütün il ve ilçelerde, sınırlara geldiğimizde o bölgenin Polis ve Jandarmasına devir-teslim içerisinde bir vaziyette Ankara’nın ilçesi Gölbaşı mevkiine kadar geldiğimiz halde, Gölbaşı mevkiinde savaş hazırlığı içerisinde karşılandık. Ankara’ya alınmamamız hakkında devrin başbakanından “kesin” talimat olduğunu söyleyen Gölbaşı’na görevli gelen yetkililer, tamamen gayr-ı kanunî ve keyfî küfrî uygulamalarıyla orada da kalmamıza müsaade etmeyerek geri dönmemizi istediler. Bizim kararlı tavırlarımız sonucu anladılar ki; biz, hakkımızı söke söke alma hususunda fedakârlığın birinci basamağını, hayatımızı feda etmekle yükseleceğiz.
Sadece şu misal oradaki halet-i ruhiyemizi anlamaya kâfi gelir. İlkokul 3.sınıfa giden MAHMUD isimli, yaş itibarıyla küçük ruhen büyük bir mücahid, zikir esnasındayken, asker ve polisin etrafımızda çevirdikleri kordonu daraltıp silahlarının mekanizmasını açıp iş sadece tetiğe basmak noktasında kaldığı bir anda, büyük bir ağabeyine şu endişesini dile getiriyor:
“- Mehmet Abi, abdestim yoktu benim. Ölürsem ŞEHİD olur muyum?”
Evet, ölmekten değil, abdestsiz ölürse şehid olup-olamayacağının endişesini çeken bir ruh.
Karşılarındaki istisnasız bütün Aczmendi mensuplarındaki bu ruhu hisseden ve mukavemet-sûz kararlılığı gören kolluk kuvvetleri, telsizin diğer başındaki devrin başbakanına daima rapor veriyor ve nasıl bir strateji takip etmeleri gerektiğini sual ediyordu.
Gelen talimatlar doğrultusunda emr-i vaki’lerden vazgeçip rica edâsına girdiler. Bu hadisede ilginç bir nokta vardır o da şudur ki:
Bize muhatap olan yetkililer, yekten diyorlar ki “başbakan” bizzat kendisi bu operasyonu yönetiyor. Ve kesin emri var. Durdurulduğumuz yerden bir santimetre ileriye gidemeyeceğiniz gibi, burada da bir saniye kalmayacak ve “derhal” eskort eşliğinde geri döneceksiniz. Bizim ise, her türlü neticeyi göze alıp öğle namazından yatsı namazı sonuna kadar orada oyalanmamız ve sonradan da normal program seyrinde kendi ihtiyarımızla geri dönüş için yola çıkmamız, rejimin tepesinde olanları, iç alemlerinde sıfıra indirdi.
Bu hadise bütün TÜRKİYE’ye gösterdi ki, ŞERİAT’ın kahrolması için, önce ŞERİAT’çıların kahrolmaları gerekiyor. Müslümanların mukaddes mefhumlarına hakaret hususunda “kazın ayağının o kadar ucuz olmadığını” bütün efkâr-ı âmme ve bilhassa dinsizliği ve dine hücum etmeyi meslek edininler görmüş oldular. Ehl-i imanın kalbine kuvvet oldu, münafıkların ve ehl-i küfrün ise kalplerinde onulmaz yaralar açtı.
Bu vak’ayı müteakip ACZMENDİ hareketinin kimliği hakkında zihinlerde oluşan soru işaretlerine cevap olmak üzere, Kanal-6 televizyonunun “TEMPO” programının hazırlayıcısı ve sunucusu olan OSMAN BALCIGİL ve ekibi El’aziz’e geldiler. 2 saat 15 dakika süren bir çekim yapıp bunun 8 dakika 54 saniyelik kısmını cımbızla seçip en rijit ifadelerden müteşekkil bir yayını 1 Mart 1993 Pazartesi günü yayınladılar. Derhal İstanbul DGM Savcılığı tarafından bu yayın hakkında inceleme başlatıldı. Derekâb bu yayından dolayı hakkımızda dava açıldı.
Bu yayın, özellik itibarıyla uzun süre avam-havas, lehte-aleyhte herkesin dilinde dolaştı durdu. Cumhuriyet sonrası yerleştirilen, klasik şeyh anlayışını tar û mar eden ifadelerimiz; Kemalistlere, hesaplarını biraz daha ciddi yapmalarının gereğini ders verdi. Özellikle bizi adam öldürmek heveslisi gibi göstermek amacıyla, maksatlı sorulan “Aziz Nesin”i öldürüp öldürmemek” hususunda sordukları soruya verdiğimiz cevap ki; en cahil insana avam lisanıyla birşeyler ifade ederken, en âlim insana da en ilmî mahiyet arzeden vaziyeti onları şaşkına çevirdi.
Bu röportaj basın-yayın kuruluşlarını ziyade tahrik etti. ÖMER TOSUN isimli muhabirin TEMPO Dergisi hesabına yaptığı röportaj 10 Mart 1993’te yayınlandı.
Bu röportaj ve televizyon programını müteakip, en kaliteli ve seviyeli, ayrıca usûl ve şümûl itibarıyla dahi en başarılı röportajı, mesleğinde bihakkın ehîl olan, Cumhuriyet Gazetesinin usta kalemlerinden, dürüst yazar AYDIN ENGİN Bey’in 21 Mart 1993’te başlayan 28 Mart 1993’te biten tefrikası, mesleğimizi anlatan ifadelerimizi hiç çarpıtmadan, en ufak tahrifat yapmadan, bizim söylediklerimizi aynen harfi harfine dost-düşman herkese duyurmuş oldu.
20 Nisan 1993’te, Türkiye’de resmî ve selâhiyetli ağızların da din-i mübîn-i İslâm’a açıkça hakaretlerinin artması ve bu laik zihniyetli insanların dinsiz sürüler içerisinde ve en ön saflarda yer almalarına mukabil o zamanın Başbakan’ına da bir açık mektup yazıp gönderdik ve bütün basın kuruluşlarına da fotokopisini faksladık. Berâ-yı malûmat mezkûr mektubu aşağıya aynen alıyorum.
“                                                                                                  20/04/1993 SALI
                                   BAŞBAKANLIK YÜKSEK KATINA
                                                                                        ANKARA
1920 tarihinden başlayarak bir-iki seneye kadar pasif ve ondan sonra da alenî bir şekilde Şeriat-ı Muhammediye’ye devlet ağzıyla yapılan küfür ve hakaretler artık sabrımızı taşırmak noktasına gelmiştir. Bu hal, dünyanın hiçbir devletinde ve tarihin hiçbir devrinde görülmüş şey değildir. Görülmüş müdür ki; bir millet, bütün bir dünya tarafından işgal edilsin, esarete alınmak istensin, zincire vurulsun, fakat o millet örfünü an’anesini, dinini, namusunu ve vatanını bir şahlanışla kurtarsın; idaresini, kendisinden zannettiği insanlara versin de bu sefer o idareciler, hiçbir düşmanın yapamayacağı her türlü hakareti kendi mazlûm milletine çektirsin?
Evet, devletin küfrettiği şeriat zekât demektir; şeriat oruç demektir ve kelime-i şehadet demektir. Şeriat Beytullah, Peygamber ve Allah demektir. Şeriat Kur’an-ı Azîmüşşan demektir. İşte devlet Şeriat’a küfretmekle bütün bunlara küfretmektedir. Acaba devlet bu büyük küfürbazlığa ne zamana kadar müsaade edecektir? Acaba bu devlet, milletim dediği insanların en mukaddes varlıklarına hakaret etmekten ne zaman vazgeçecektir?
Nerede bir îmansız, Allah’ın gazabına uğrasa, ne zaman bir 23 Nisan, bir 19 Mayıs veya bilmem hangi gün olsa, devletin bütün ağızları en sunturlu küfürlerle Allah’ın nizamına ve Müslümanın dinine, namusuna karşı hücuma geçerler.
Devlet, bu laiklik hastalığına tutulan dinsiz imansız sürülerin sokakları doldurup Müslümanların her şeyi demek olan Şeriat’a küfrettirmeyi önleyemezse, bizlere de nefs-i müdafaa hakkı doğmaz mı?
Bizler asayişi bozmak taraftarı değiliz. Bizler bu topraklarda kan dökülmesini istemiyoruz. Fakat bizden olduğunu bir türlü ispat edemeyen bu devlet de bütün dünya da bilir ki: Allah göstermesin, Kur’an uğrunda fiili bir mücadeleye icbar edilirsek, kâfirlerin dünyaları başlarına zindan olur, pis canlarını Cehenneme gitmekten kurtaramazlar.
Biz hükümetin başı olan sizlerden, bu küfürbazlığa bir son vermenizi ve her vesile ile inançlarımıza hakaretler yağdırılmasını, bilhassa bunu vergilerimizle beslenen devletin selahiyetli ağızlarıyla yapılmasının önlenmesini talep ediyoruz. Yetmiş senelik T.C. idaresinin bir tek defa olsun bu milletin hükümeti olduğunu isbat etmesini sizlerden görmek istiyoruz.
Son sözümüz “hasbünallahü ve ni’mel vekil”dir.
                                                                          Aczmendî Mensupları Namına
                                                                                H. MÜSLİM GÜNDÜZ
Bu mektub dinli-dinsiz yayın kuruluşlarınca neşredildi. Bugüne kadar korku damarı işletilerek sindirilmiş olan Müslümanların, seslerini çıkarabilmelerine vesile oldu.
5 Haziran 1993 tarihinde Kurban Bayramı’nın verdiği tatil imkanı münasebetiyle Kayseri, Konya - Mevlana Hazretlerini ziyaret -, Ankara istikametinde bir seyahat planladık. Konya’ya kadar tedbirler ihmal olmamakla birlikte, seyahate bir mani çıkarılmadı. Konya’dan Ankara’ya yöneldiğimizde ise daha Ankara’ya varmadan, yolumuzun, yine panzerler eşliğinde Emniyet güçleri ve komando bölüğünün de varlığı ile Gölbaşı mevkiinde kesildiğini haber almıştık. Bir petrol istasyonunda mahsur bırakıldık. Onlar “geri” diyorlardı, biz ise “ileri”. Nihayet takriben 500 m de olsa biz “ileri” gittik. Bu kadarı dahi onlara, verdiğimiz karardan bir adım “geri” gitmeyeceğimizi ifade etmeye kâfi geliyordu. Bayramın son günü olması hasebiyle memleketlerine dönmek için yola çıkan ister hususi araba sahipleri ister otobüsler, en az 20 polis otobüsü, bilmem kaç taksi, 2 panzer, bir hayli askeri anayolun kenarında gördükleri vakit, haliyle soruyorlar: “Burada ne oluyor?” Fakat hiçbir tatmin edici cevab alamadan yollarına devam ediyorlar. Çünkü güvenlik güçleri temsilcileri diyemez ki: “ Bunları Müslüman oldukları için Ankara’ya alamıyoruz.” Diyemezler, çünkü deseler, diğer insanlar da diyecekler ki “biz de müslümanız, ama bize engel olmuyorsunuz.” Bu sefer demeleri gerekecek ki “evet, siz de Müslümansınız; amma, bunlar her şeyleriyle Müslüman olduklarını belli ediyorlar. Siz ise zaten bizim istediğimiz tarza girmişsiniz “ deyip de unuttukları değerleri onlarada mı hatırlatsınlar.
Tabii bu arada onlara cevab veremedikleri gibi kendi emirleri altındaki biçare asker ve polise de cevab veremez duruma düşüyorlardı. Zira Anadolu’nun muhtelif yerlerinden gelmiş olan imanlı asker-polis, kendilerini mukaddes bir göreve adamışlardı. Hırsızın, soysuzun, katilin, esrarın, kumarın düşmanı olarak görev yapacaklarını ümid ediyor ama görev olarak “müslümanın karşısına çıkmak ve mana veremedikleri bir tarzda yollarını aynen bir eşkıya gibi kesmek” nasiplerine düşüyordu. Bu ise, bu Anadolu’nun bağrı yanık, içli-dertli Müslüman asker ve polisine çok ağır geliyor, köşe-bucak yerleri seçip için için ağlıyorlardı. Artık biz kendi derdimizi unuttuk, onların tekrar tekrar gelip bizden özür dilemelerine ve ellerniden bir şey gelmediğini itiraflarına mukabil, onları teselli etmek gayretine düşmüştük. Asker ve polisin bize bu yakınlığı amirlerince fark edilip bizden uzak durmaları talimatı verilince, onlar tamamen kahroldular. Öğleden akşam vaktine dek süren bu bekleyiş artık karşı tarafın sabrını tüketti. Oradaki en ileri yetkili bizimle görüşmek arzu etti ve şunu itiraf etti:
Hocam, lütfen bize yardımcı olun. Emrimiz altındakileri artık tutamıyoruz. Bu görevlerine bir mana veremedikleri için, bize isyan noktasına geldiler.”
Tabii bu bekleyiş süresinde bizimkiler kendilerine eğlence çıkarmayı ihmal etmiyorlardı. İkindi vakti çocuklar kung–fu gösterisi yapmaya başlar başlamaz, emniyet güçleri biraz dağınık vaziyette iken amirlerinin emri ile nizamî ve hadiseye hazır bir vaziyet aldılar. Biraz büyükler kung–fu gösterisine başlayınca telsiz ile takviye kuvvet istediler. Bir kaç otobüs dolusu takviye kuvvet daha geldi. Halbuki ne lüzum var. Orada sadece bir bekçi, evet yanlış okumadınız bir bekçi koysalardı yine kifayet ederdi. Çünkü biz anarşi taraftarı değiliz. Kaldı ki karşımıza çıkardıkları da müslüman. Biz, müslümana karşı nasıl el kaldırabiliriz. Zaten o yetkililere de söyledik: “Bizim sizinle işimiz yok, siz gidin, size bu emri veren gizli mahfillerde saklanan, karşımıza çıkmaya cesaret edemeyen o zındıklar, din düşmanları gelsin.”
Bu arada şu hakikatı zikretmeden geçemeyeceğim: Türkiye’de küfrün şahs-ı manevîsinin mümessili olarak Aziz Nesin ismi bayrak oldu. Hiçbir özel gayretimiz olmamakla birlikte imanın şahs-ı manevîsini temsil de, olayların tabii seyri içerisinde ACZMENDÎ kelime ve manasına bindirildi. Bu seyahatimizde de yukarıda zikrettiğim gibi Kurban Bayramı tatili niyeti ile yola çıktık, fakat o esnada Aziz Nesin’in “Şeytan Ayetleri” isimli kitabı tercüme edip  Aydınlık Gazetesi’nde neşretme meselesi gündeme geldi. Ve bizim seyahatimiz ise Aziz Nesin’i öldürmeye ve Aydınlık Gazetesi’ni basmaya gidiyormuşuz gibi lanse edildi.
Mahsur bırakıldığımız yerde, basın mensupları bu şaibeleri bize sordular. Biz ise ne şeytan ayetlerini ve ne de Aziz Nesin’i adam yerine koymadığımızı, fakat bizim de, bu özgürlük adı altında yapılan hücum ve hareketlere mukabil, bir eser hazırlığı içerisinde olduğumuzu söyledik. Her tarafa aynı olmayan hürriyetin, hürriyet olmadığnı beyan ile, hazırladığımız eserin adının “AHLAKSIZ ZÜBEYDE’NİN GAYR–İ MEŞRU ÇOCUĞU” olduğunu söylediğimiz anda, farkında olmadan arı kovanına çomak sokmuş olduk. Tabii bu kitap ismini, biz birşey söylemediğimiz halde onlar, o anda yanımızda savcı olsa 5816’dan dava açacak tarzda yorumladılar. Halbuki Zübeyde ismi bir kişinin anasına ait bir isim değil ki, nice Zübeydeler yaşıyor şu memlekette! Fakat ne hikmettir “Şeytan Ayetleri” yaygarası da bu seyahatden sonra bir hayli azaldı. Neler oldu, neyin tedbirini aldılar, bilemiyoruz.
Bu seyahatten takriben bir ay sonra 2 Temmuz’da vaki olan Sivas hadiseleri patlak verdi. Bizim bu hadise ile hiçbir münasebetimiz olmadığı halde, başta Sabah Gazetesi ki 1. sayfasının aşağı-yukarı tamamını ve bir miktar da iç sahifelerinden bir köşesini o hadiseleri bizim organize ettiğimiz ve bizim başlatıp bitirdiğimize yönelik bir haber giriyordu. Diğer gazeteler de ona yetişmese de pek aşağı kalmıyordu.
Yeri gelmişken bir vasfımızı arzedeyim. Biz, bir şey söylersek Allah’ın izni ile mutlaka yaparız. Bir şey yaparsak da kat’iyyen gizlemez alenen söyleriz, çekinmeyiz. Bir şey yaparsak en kötü neticesini dahi göze almışızdır.
Fakat bu hadisede fiilen en ufak iştirakimiz olmadığı halde, efkâr-ı âmmede bidayette başrolde biz gösterildik. 3 Temmuz 1993 tarihli başta SABAH Gazetesi olmak üzere, diğer bütün gazetelere bakılsa bu, çok açık görülecektir.
Özellikle Aziz Nesin’in, Sivas’ta yaptığı tahrik ve ağır neticeleri yetmiyormuş gibi bu hadise münasebetiyle söylediği sözler çok ilginçtir:
“… Bu böyle devam ederse, o başı açık kadın başbakanı da birgün saçından sürüklerler, Süleyman Demirel’i de kravatından tutup sürüklerler…”  5 Temmuz 1993 Hürriyet Sh.24
Bir yandan resmi makamları üzerimize kışkırtacak telden vururken bir yandan da Müslüman kesimin bizlere olan teveccühünü kırmak noktasından tesiri olabileceğini ümid ettiği yayınlar yaparak [“MİT’in KURDUĞU TARİKAT: ACZMENDÎLER (4 Temmuz AYDINLIK Gazetesi Sh.6)”] ACZMENDÎ hadisesinin cemiyet üzerindeki hüsn-ü teveccühünü kırmaya yönelik telden vuruyordu. Bir diğer yandan da “Pir Sultan Abdal Kültür ve Tanıtma Derneği”nin yayınladığı bildirideki ithamlar ile de Alevî ve Kürt vatandaşları üzerimize kışkırtmaya çalışıyordu. Lakin hepsi nafile. Malum, hile yapanların en hayırlısı Allah’tır. Allah (cc), ehl-i küfrü bu hilelerinin içinde, kendi hilesine düşürüyor ve tamamıyla bütün hadiseler bizim lehimize gelişiyordu.
18 Temmuz 1993 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin, bizimle yapılan röportajı tam sayfa yayınlaması ise, suret-i mahsusada Türkiye’deki kadın başbakan meselesi üzerine cemiyette derin tesirler uyandırdı. Kadın başbakanın olmasının T.C.’nin yıkılmaya yüz tutup Şeriat’ın geleceğine en kuvvetli işaret olduğunu söylememiz, düşünen kafalarda yeni ufuklar açtı.
1-8 Ağustos 1993 tarihli EP Dergisi’nin ACZMENDÎ’leri kapak konusu yapıp dergide bir hayli yer ayırması yine rejimin tepesindekilere ciddi bir ihbar niteliğindeydi.
Bu ihbarlar yerine ulaşıyor ve tesirini gösteriyordu. Mesela: Hiçbir kanunî gerekçesi olmadan ve hukukî dayanaktan yoksun bir şekilde dergahların kapatılabilmesi gibi hadiseler meydana gelebiliyordu. 28 Ağustos 1993’de Kayseri Dergahı’nın velev bir süre için dahi olsa kapatılıp-mühürlenmesi gibi. Tabii, sonra hakkımız için elbette mücadelemizi veriyoruz ve dergahlarımızı açıyoruz.
Bu arada daha önceki ifadelerimizden dolayı o mahkeme senin, bu mahkeme benim koşup durmaya başladık. Her bir mahkememiz ayrı bir hadise oldu. Bir konuşmamızda “demokrasi, laikliğin gayr-ı meşru çocuğudur” gibi farklı telakki tarzımız, düşünen insanların zihninde, o güne kadar hayallerinden geçirmedikleri konular hakkında düşünmelerine yol açtı.
Yine Kanal-6’da “OLAY VAR” isimli programda 21 Ekim 1993 günü, kullandığımız ifadeler son derece sade ve yalın olduğu halde Kemalist’lere şok tesiri yaptı. Misal kabilinden Katerina’dan bahsettik, fakat Başbakan için asrın Katerina’sıdır tarzında lanse edildi. Fakat kaderin garip cilvesidir ki, bir zaman sonra Başbakan’ın kocası “ben kendimi Rus Çarı olarak görüyorum” demiş. Bu televizyon röportajı için de dava açıldı. Artık ağzımızdan çıkan her sözden bir dava açılmasını bekler vaziyete geldik. Bizim buralarda derler: “Borç bini geçtikten sonra, yat sırtının üstüne.”
Bir yandan diyorlar “seyahat hürriyeti var” inanıyoruz, seyahat etmek istiyoruz, resmî eşkiyalar yolumuzu kesiyor. “Orman kanunlarına” göre muameleye tâbi tutuluyoruz.
Yine diyorlar “konuşma ve ifade hürriyeti var” inanıyoruz, düşüncelerimizi, inancımızı ifade ediyoruz, mahkemeye veriliyoruz…
Tabii, bütün bu gayr-ı kanunî uygulamalar, Türkiye’deki 70 küsur senedir hükümferma olan kemalist rejimin yüzündeki MÜNAFIKLIK maskesini düşürüyor ve din düşmanı olan hakikî yüzünü dost-düşman herkesin görebilmesine imkan veriyordu. Kemalistleri de esas evhamlandıran nokta zaten buydu, fakat yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Çünkü hücum etseler, şecaat sahibi ve hamiyetli fakat fıtratına uygun yer bulamayanlar “işte burası tam benim yerim” diye mazlum durumuna düşürülen bizlere imdad için, bizlere iltihak ediyorlar, hamiyetlerinin coşkusu Kemalistlerin hesabını bozuyor. Hücum etmeyip bizi ademe mahkum etme tavrına girip ilişmeseler, imanlı fakat ürkek büyük bir potansiyelin, ürkekliklerini atıp dahil olmalarına imkan verecekler. Yani ne yapsalar, sonu onlar için fiyasko ile bitiyor.
23 Aralık 1993’de, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki ifadelerimden dolayı hem ben hem de röportaj yapan Sayın Aydın ENGİN Bey, birer yıl üçer ay hapis cezalarına çarptırıldık. Lakin mahkemedeki hüsn-ü halimiz münasebetiyle bu ceza tecil edildi.
Sorgulamalar, gözaltı derken 30 Mart 1994’de Bursa’daki kardeşlerimize karşı küllî hücuma geçildi. Kardeşlerimizden 17 kişi gözaltına alınıp bilahere 14’ü tutuklandı. 10 kişisi takriben 20’şer gün yattılar, 3 kardeşimiz 2’şer ay ve mükellef durumunda olan Seyfullah kardeşimiz 105 gün yattılar ve mahkemeleri tutuksuz bir tarzda devam ediyor.
Bu arada bazı garip cilveler de cereyan ediyordu. Şöyle ki:
Maraş Emniyeti’nin bazı işgüzar memurları, kardeşlerimize o kıyafetlerle Maraş’ta gezmelerinin yasak olduğunu, en iyi ihtimal ile ise büyük caddelerde gezmeyip ara sokaklarda dolaşmalarını ifade eden bir ta’mim veriyorlar. Kardeşlerimiz de bu ta’mimi yüzlerce fotokopisini yapıp Maraş’ın her tarafına dağıtıyorlar. Halkta, bu uygulamaya, dehşetli bir nefret oluşuyor. Halkın nabzını anlamak için şu misal kâfi gelir zannediyorum:
Kardeşlerimiz bu ta’mimi vermek için bir birahaneye girmek isterken, birahane görevlilerince engellenmek istiyorlar. Bu arada birahanenin kapısında kopan curcunayı, birahanedeki iyice sarhoş olan müşteriler fark ediyor ve kapıya koşuyorlar. Meseleyi soruyorlar ve sarıklı-cübbelilere karşı o birahanenin görevlilerinin gösterdiği olumsuz tavra karşı, sarhoşlar daha önceden ağız birliği etmişcesine “madem, bu birahane, böyle mücahidlere düşmanlık yapıyor, arkadaşlar bundan sonra içmeye buraya gelmeyeceğiz. Bundan sonra filan birahaneye gideceğiz, tamam mı?” deyip birahaneyi terk ediyorlar. Fıtrî bir taraftarlık, çok renkli anlar yaşatarak kendini daima izhar ediyor.
Yine Maraş’ta yaşanmış bir olay ve ayrı bir cilve: Hacı ismindeki bir kardeşimizi bir komiser ve iki polis memuru tam bir hayvanlık örneği sergileyerek, hiçbir gerekçe olmadan bir hayli hırpalıyorlar. Kısa bir zaman sonra üçünün de sağ tarafına felç iniyor. Bu hadise bizimle uğraşanları düşünmeye sevk ediyor ve eski ceberut tavırları kalmıyor. Manevi bir korku onlara daima fren oluyor.
2 Temmuz 1994’de muhtelif vilayetlerdeki Aczmendî mensubu kardeşlerimizle Konya’da buluşup Mevlânâ Hazretleri’nin ziyaretinden sonra Tarsus’a Ashab-ı Kehf’i ziyarete gitmeyi planladık.
Lakin 1 Temmuz Cuma günü Konya’daki dergaha, görenlerin ifadesi ile, her taraf kum gibi polis ve polis otobüsü kaynıyordu dedirtecek bir tarzda kolluk kuvvetleri ile baskın yapılıyor. Konya Dergahı’nda o anda mevcut bulunan 200-250 kardeşimiz Konya’nın bütün karakollarına taksim edilip misafir (!) ediliyorlar. Bu arada bazı amirlerin işgüzarlık yapmak istemelerine ve bu işgüzarlıkları doğrultusunda bazı, çocuk denecek yaştaki gençleri dövmek istemelerine karşı, memurların dahi sabrı tükenip amirlerine silah çekmeleri gibi vâkıalar da oluyordu. Bir diğer yandan da Konya’ya yeni gelen bütün kafileler de şehir dışında, Temmuz sıcağı altında yolları kesilip birkaç saat orada mahsur bırakılıyorlardı. Fakat en sonunda şehirde ve Türkiye’de oluşmaya başlayan infial, hem bizim şehre girmemize ve hem de şehirde olup karakollarda misafir (!) edilen kardeşlerimizin serbest bırakılmasına, yetkili mercileri icbar etti.
Bu hadisenin en can alıcı yönü ise, Konya’nın girişinde yolumuz kesilip durdurulduğumuz yerde, büyük bir çoğunluk emniyet görevlisinin ( bizim, sicil noktalarını şefkaten hatırlatmamıza rağmen hiç mühimsemeyerek) aynen bizim talebemiz gibi önümüzde diz çöküp ders dinlemeye kalmaları, emniyet yetkililerini ve rapor verdikleri, telsizin diğer ucundaki yetkilileri ciddi hesaplara itmesidir.
Konya’da birçok gelişmeyi müteakip Ashab-ı Kehf’i de ziyaret edip herkes memleketine döndü. Bize olan her bir hücumu müteakip daha önce tanışıklığımız olmayan nice insanlar, ya bizzat El-aziz’e geliyor veya telefonla irtibata başlıyorlar. Zamanla onlar da tam bir Aczmendî hissiyatına bürünüyorlar. Ehl-i küfrün bize hücumu, bizim, cemiyette daha ziyade kök salmamıza alet oluyor, elhamdülillah…
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin vefatının 34. Yılı olması hasebiyle Hz.Üstad’ın ruhu için tertip edilen Ankara Kocatepe Camii’ndeki mevlid-i şerif için bir kısım kardeşlerimiz 16 Ekim 1994 tarihinde Kocatepe Camii’nde hazır bulundular. Tabii orada bulunan onbinlerce Nur Talebeleri, Bediüzzaman’ı hatırlatan bu kardeşlerimizin her birinin etrafında 5’er 10’ar halka olmakta gecikmediler. Bu manzara ise, Nur Talebeleri’ni rejime entegre etmeye muvaffak olduk düşüncesinde olanları bir hayli endişeye sevketti.
10 Kasım 1994’de meydana gelen Mahmut Kaçar hadisesi, Kemalistlerde hem bir şok etkisi yapmış ve hem de bu hadise, içlerindeki küfürlerini Müslümanlara karşı kusmak istemelerine bir bahane olmuştu. Lakin 13 Kasım 1994’de İslam kahramanlarından olan Osman Yüksel Serdengeçti’nin vefatının 11. Yıldönümü münasebetiyle Çağrı İlim Araştırma Vakfı’nca Kocatepe Camii’nin konferans salonunda tertip edilen panele bizler de davet edilmiştik. İcabet ettik. Fakat bizim hiçbir kast ve garazımız olmadan yaptığımız bu icabet o andaki heyheyli Ankara’nın resmi makamlarını bir hayli ürküttü. Derakab Adalet Bakanlığı tarafından memleketin bütün savcılıklarına birer ta’mim gönderildi. Bu 2 Aralık 1994 tarihli ta’mim ile Adalet Bakanlığı tam bir zulüm örneği sergilemekteydi. Şöyleki, müsavatsız adalet, adalet değil. Fiilen ilga olmuş bir kanunu tarafların birini göz ardı edip diğerine karşı uygulamaya kalkmaları tam bir maskaralık manzara arz ediyordu.
İşin aslı, biz o kanunun kendisine de karşıyız. Çünkü o kanun millete hakarettir. Millet başını örtüp örtmeyeceğini veya örtecekse şapkayla mı yoksa sarıkla mı örteceğini kanundan mı öğrenecektir. Bu milleti idare edenler peynir-ekmek yiyor da, millet saman mı yiyor? Evet, kanunla, kılık-kıyafeti tanzim etmek, acıdır ama esas manası, milleti eşşek yerine koymaktır. Yani, siz ne yiyeceğinizi, ne giyeceğinizi, ne konuşacağınızı bilemezsiniz. Onun için bizler ki mutlu ve putlu azınlık, gece-gündüz demeden sizin en tabii halinizi bile tanzim etmek için, diğer milletlere maskaralığı da göze alıp nice kanunlar çıkarıyoruz.
Dibinden bunların bütün kanunlarına karşıyız da, haydi bir kanun çıkarıyorsunuz, bari önce kendiniz bu kanunlara saygılı olup tâbi olsanız… Yok! Bu kanunlar sadece Müslümanlara zulme alet olmaktan başka işe yaramıyor. Mesela: Adalet Bakanlığı’nın bütün savcılara gönderdiği ta’mim muhtevası şu idi:
“T.C.K.’nın 526/2 maddesi şöyle idi: Şapka giyilmesi hakkında 671 sayılı yasayla Türk harflerini kabul ve kabulüne ilişkin 1353 sayılı yasanın koyduğu yasaklık yada hükümlere aykırı davranışta bulunanlar iki aydan altı aya değin hafif hapis ve hafif para cezasıyla cezalandırılır.”
671 sayılı yasa ise memurîn ve öğrencilerin şapka giymesini zorunlu kılıyordu. Memurînden olan ŞAPKASIZ Adalet Bakanı, Müslüman millete zulüm olsun diye ŞAPKASIZ ve memurîn sınıfından savcıları ve hakimleri SARIKLI MÜSLÜMANLAR üzerine kışkırtıyordu. Bir insan kendine saygı göstermezse, kendi koydukları kanunlara kendileri saygılı olmazsa, başkalarından hem kendilerine ve hem de kanunlarına nasıl saygı bekleyebilir?
Adalet Bakanlığı, bu Kocatepe hadisesinden sonra işte böyle, son dönemlerde çağ dışı giysi kullanımında artış olduğuna, külah ve sarıklarla cadde ve sokaklarda dolaşıldığını belirterek, bunun 671 sayılı şapka giyilmesi hakkındaki yasaya aykırı olduğuna dikkat çekiyordu. Cumhuriyetin laik niteliğini koruma amacı güden şapka yasasına aykırı davrananlar hakkında ilgili ceza maddeleri uyarınca ceza yoluna gidilmesini istiyordu. Elbette polis memurları, akılları amirlerinin ceplerinde olduğu için emirleri sadece uyguluyor; bu ne biçim emir, dibinde ne mantık var ne insanlık var ve şu İslam memleketinde olan bu uygulamada ne de İslamlık var diye düşünmekten fersah fersah uzaktılar; adliye mensubları da, asıl hedefin şapkasız memurlar değil de, sarıklı Müslümanlar olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Burada yeri gelmişken bir hususun altını özellikle çizerek, çok önemli bir inceliği arzetmek istiyorum:
Biz, şu mevcut vaziyetimizle, daha dinî mücadele safhasına geçmedik. Çünkü, malumunuz; din, insanlara gelmiştir. Din, dağa-taşa, kurda-kuşa indirilmedi. Din ile mükellef olan insandır. Lakin 70 küsur senedir bu rejim bizim dinimizi olduğu gibi, insanlık hürriyetimizi de elimizden cebr ve hile ile almıştır. Onun için biz şu anda insanlık mücadelesini veriyoruz. 70 küsur senedir milletini insan yerine koymayan bu eli kanlı zalim rejime, insanlık haklarımızı gasbetmelerine karşılık, haklarımızı geri almamızın mücadelesini veriyoruz. En tabii insanî hakların, kanunlarla tanzimini reddedip insanların kendi inanç ve iradeleri ile o tabii haklarından istifade edebilmelerinin ve tercih edebilme hürriyetlerini ele alabilmelerinin mücadelesini veriyoruz.
Bu arada Kurban Bayramı’ndaki takriben 9 günlük tatili fırsat bilip seyahata arzulu olan bine yakın kardeşimizle 11 Mayıs 1995 Perşembe günü Ankara-İstanbul niyetiyle yola çıktık. Ankara’ya takriben 50 km. yakınlarında Elmadağ’da “Soysaldı” petrol istasyonunun önünde yine “ORMAN KANUNU”na bağlı “resmî eşkiyalar” vasıtasıyla yolumuz kesildi. Cuma günü olmasına rağmen Cuma namazını Kocatepe Camii’nde veya Ankara’da herhangi bir camide kılmamıza mani olup bizi orada bir nevi hapis ettiler. Bir kısım kardeşlerimizin yolu ise yine Gölbaşı mevkiinde kesilmişti. Vaziyetimiz muhtelif kanallardan hamiyetli Müslümanlara iletilince başta Ankara ve Kırıkkale yerinden oynadı. Otobüsler ve minibüsler dolusu Müslümanlar gelip bir ihtiyacımızın olup olmadığını soruyorlar ve saat 21’e kadar onları oyalamamızı söylüyorlardı. Saat 21’de dananın kuyruğu kopacaktı. Millet ile devlet fiilen karşı karşıya gelecekti ve orası kan gölüne dönecekti. Fakat biz anarşi taraftarı değiliz. Oradaki yetkililere vaziyetin ne vahim noktaya gittiğini ihtar ettik. Demek aklı başında bir adammış. Yatsı namazında eskort eşliğinde Hacı Bayram-ı Veli Camii’ne gittik ve oradan da İstanbul’a devam ettik.
13 Mayıs 1995 Cumartesi günü İstanbul’da bidayette herhangi bir mani ile karşılaşmadık. Öğle namazından önce Eyyüb Camii’ne ve Eba Eyyübe’l-Ensarî Hazretleri’nin huzur-u saadetlerine gittik. Müteakiben Fatih Camii’nde öğle namazını kıldık. Namaz sonrası yürüyerek Sultan Ahmet Camii’ne gitmek isteyince, yetkililer Fatih Camii’ni bize hapishane yaptılar. Fakat büyük infiallere sebebiyet verecek bir gerginlik yaşanıyordu. Biz camide mahpus kalınca, camide sohbet ve zikrimizi yaptık. Bu sefer de caminin dışarıya, dışarının camiye karışmaması gerektiğini ifade eden laikliğin mümessilleri, camiye karıştılar. Tabii biz onları “sizin camiye karışmaya, kendi kanunlarınız müvacehesinde hakkınız yoktur” şeklinde ihtar ederek normal programımızı yapıp ikindi namazını da kılarak geri dönüş faaliyetlerine başladık. Ancak bu seyahatte, hususan İstanbul’da giriş ve çıkışımızda emniyet ve basın mensuplarının gösterdiği alaka (niyetlerini dikkate almadan arzediyorum) ancak, bir devlet başkanının bir yere olan seyahatinde görülecek cinstendi. Bu seyahat uzun süre Türkiye’de herkes tarafından konuşuldu, lehte-aleyhte nice yorumlar yapıldı ve bu seyahattaki gayr-ı kanunî uygulamalara maruz bırakılmamız bütün vicdan sahiplerini, bizimle en azından kalb mertebesinde beraber olma noktasına getirdi.
Bu realiteyi, hoşlarına gitmese de gören Kemalistler yeni bir strateji izlemeye başladılar. Bu strateji de: Televizyon programlarıyla, ısrarla bizi zahirde kabul ediyor ve benimsiyor gibi gösterip ismimizi büyültüp ruhumuzu yok etmeye yönelik, bize yakınlaşma idi. Hassaten Güneri Civaoğlu’nun “GÜNÜN YORUMU” isimli programında bizleri bir nevi kelaynak kuşlarına benzetip sahiplenmesi (!) çok ilgi çekici idi. Mayıs ayının son haftasında gerçekleşen bu program ve bir de SHOW TV’den Erdoğan Aktaş’ın 3 günlük dizi programı elbette hedeflerine ulaşamadı. Bunu ise en güzel bir şekilde, 3 Haziran 1995 tarihli Yeni Yüzyıl Gazetesi’nin usta kalemlerinden CAN DÜNDAR “Aczmendîler, hard-rock sever mi?” başlıklı makalesinde ifade ediyordu. Yeni strateji, Aczmendî’leri yok saymak…
Fakat Allah (cc) bunları şaşırtıyor. Güneri Civaoğlu’nun “kelaynak” kuşuna benzetip; bizi, değil “yok etmek”, “koruma altına almayı” teklifindeki asıl kasdı anlayamayan avamın ekserisinde o program, fevkalade bizim lehimizde tesir etti.
Tabii ki bu programların üzerimizde yoğunlaşmasında tesiri olan en büyük sebeblerden biri de, 27 Mayıs tarihine hainane ve tarihî bir düşmanlığı içeren bir kasıtla denk düşürülen Ayasofya’daki çıplak dans gösterisine karşı, bütün ehl-i imanın protesto mahiyetinde bir araya gelip Ayasofya önünde içtima’larında, bizim arkadaşlarımızın tabii bir seyr içerisinde temayüz edip oradaki hadiselerin baş mükellefi gibi yine rejimin görevlilerince yargılanmak üzere alınıp götürülmeleri idi. Ama orada o gün ehl-i iman, İstanbul üzerinde emelleri olan azınlıklara ve maalesef azınlıkların aleti durumuna düşürülen resmi yetkili mercilere ciddi bir Osmanlı Tokadı atmış gibi sarsıcı ve sersemletici bir ders vermişti. Bu milletin, ayranı kabarmaya görsün. Kabardı mı yine Osmanlı Torunu olduğunu isbat edecek ruhu, bir türlü yok edememişlerdi. Ehl-i salib ve buradaki -bu milletin içinden çıkan- maşaları, o gün bunu çok net görmüşlerdi. Aczmendî’nin de hiçbir zorlama olmadan umumun içerisinde temayüzü; ehl-i küfre, haklı olarak “bu bir avuç maya bir kazan sütü yoğurda kalbedecek mahiyettedir” diye endişe veriyordu. Endişelerinde de yerden göğe kadar haklıydılar.
Tabii ki gayzlarından kudurdular. İstanbul CHP Milletvekili İbrahim Gürsoy önderliğinde, Aczmendî hareketi hakkında İçişleri Bakanı Nahit Menteşe’ye yöneltilen ve yazılı olarak bir zaman sonra cevaplandırılan soru önergesi ise tam bir eski CHP zihniyetini hortlatacak zihniyete işaret ediyor. Lakin bugünkü mevcut şartlar ise devranın döndüğünü açık açık müjdeliyordu.
12 Haziran 1995’de bir özel televizyon kanalı olan HBB’de takriben 5 saat kadar süren canlı yayındaki iştirakimizin hikayesi ise, fevkalade ince komplolarla dolu bir roman konusu olur. Fakat kısaca tesirleri üzerinde duracağım.
Kemalistlerin akıl hocalarının önde gelenlerinden biri olan Toktamış Ateş, bir zalim kendi zulmünü veya ceddinin zulmünü en insaflı bir tarzda itiraf etme olgunluğunu ne kadar gösterebilecekse, o kadarının tamamı ile, - ecdadının zulmünü ifadelerimizde – tasdik ve itiraf etmesi, Kemalistleri şoka uğrattı. Daha calib-i dikkat bir nokta ise; İslam’ın mutlak manada bir hayat nizamı olduğu taraflarca zikredilerek, İslam’ın, demokrasi-memokrasi, laiklik-maiklik gibi karın ağrılarıyla bağdaşmayacağı tüm Türkiye’ye en iyi bir şekilde söylenmiş ve iman ve küfür ortasında üçüncü bir yol olmadığı, bu yolu arayanların emeklerinin boşa çıkacağı zikredilmiş oldu.
Bedri Baykam denilen Kemalist ressamın şahsında da tüm Türkiye, kemalizmin ne menem şey olduğunu, Kemalistlerin de ne zevzek yaratıklar olduğunu gördü.
Ünlü modacı Neslihan Hanım ise, Kemalistleri tam şoka uğratıp sünnet-i seniyye olan bu kıyafetin, estetik açısından da fevkalade güzelliğini arzedince, kılık-kıyafet inkilabının dibine konulan dinamiti ateşlemiş oldu.
Diyanet görevlisi ise, evvel-ahir diyanet hakkındaki kanaatlarımızı, halkın da anlayacağı şekilde isbat etmiş oldu.
Velhasıl, bu program, komplocu münafıklar için tam bir hüsran, Risale-i Nur için mutlak bir galebe ile neticelendi.
Bugüne kadar iman ve küfür ortasında yeni yol arayışlarında öyle veya böyle, ama saflarını netleştirmeye ve gerçek renklerini artık açıkça ortaya koymaya mecbur oldular. Tabii bu programdan üç ayrı davanın açılması da bizim kaçınılmaz nasibimiz. Görelim Mevla neyler… Neylerse güzel eyler.
Galatasaray Lisesi’nde “liberal İslam” konulu panele katılan Prof.Dr. Ali Bayramoğlu devletin (rejimin) DİYANET, KILIK-KIYAFET, TEKKE-ZAVİYE ve TEVHİD-İ TEDRİSAT olmak üzere LAİKLİĞİN dört sacayağına oturduğunu söylemesi dikkate alınırsa, üzerimize niçin bu kadar geldikleri çok sarih bir tarzda, en ahmak bir kişinin dahi anlayabileceği şekilde görülecektir.



​​​​​​​Karabük, hayatımın vechesini değiştiren belde.  Risale-i Nur’u, Bediüzzaman’ı, Sultan Feyzi Hz.lerini, Mustafa Osman Efendi’yi orada tanıdım. Yani, hayatımın manasını orda buldum. 1959’da fabrikada çalışmakla beraber Akşam Tekniker Okulu’na da devam ediyordum. İşçi sarayının ilk misafirleri biz olduk. Yerimiz gayet rahattı. Gece-gündüz her an sıcak sulu banyolar, 3-4 ranzalı geniş odalar, Yozgat’lı, Çorum’lu, Elaziz’li, Giresun’lu, Rize’li gariban vatan evlatları 400-500 kişi bir binada kalıyoruz. Binanın bodrum katı yemekhane. Yemekhaneye bitişik bir de mescidimiz var. İş yerlerinde de mescitler var. Hemen hemen 24 saat bir aradayız. Fabrika, yatakhane ve okul…

1961 senesinin Ocak ayındayız. Bir gün Osman Güreldi, Süleyman Tanrıöver isimli ve aramızda en dindar ve malûmatlı olan arkadaşlarımızın tevkif edildiğini duyduk. Acaba neden? Bildiğimiz kadarıyla bu arkadaşlar, ahlak ve fazilet timsali arkadaşlar. Sonra öğrendik ki: Bu arkadaşları Nurcu oldukları için hapse atmışlar. Hapishaneye yatak vs. götürmek bize düşüyordu. Arkadaşların hizmetlerini görmekle beraber Nurculuk dedikleri şeye karşı da bende bir merak uyandı. Yanılmıyorsan arkadaşlar 15-20 gün hapisten sonra çıktılar. Ben kendilerinden Nurculukla ilgili eserlerden istedim. Bana ilk olarak bir Gençlik Rehberi, bir Küçük Sözler ve bir de Mesnevi-i Nuriye verdiler. Ben eserleri okumaya Mesnevi-i Nuriye’den başladım. Aklım, bu ilk okuyuşta belki kemaliyle istifade edemiyordu. Fakat ruhum ve kalbim eseri elime aldığım andan itibaren adeta cesedi terkedip kendi alemlerine çekilip gidiyorlardı. Neden sonra kendime geldiğimde bakıyordum ki 3 saat geçmiş, 5 saat geçmiş. O cezbeli vaziyette en çok anlaştığım mahlukat, hayvanlar oluyordu. Çoğu zaman kendime geldiğimde bakıyordum ki; kuşlar, güvercinler de gelmiş Risale dinliyorlardı. Hatta bir seferinde Pazar günü Safranbolu’nun sayfiye yerlerine gitmiş, arkadaşlarla ders yapıyorduk, neden sonra ayıldık ki orada otlayan keçilerden birkaçı otlamayı bırakmış, gelmiş ders dinliyorlardı. Bu arada Risale-i Nur’larla intibaha gelen arkadaşlarımızın sayısı da epeyce çoğalmıştı. 1962 senesi olduğunu sanıyorum. İhtilâlin kabadayıları Türkiye genelinde şeytanca bir planla, ilkokullardan başlayarak her kademeden kız ve erkek öğrencilere Cinsel Eğitim dersi vermek için konferanslar başlatacaklarmış. Bunun ilkini gayet müsait bir zemin olarak gördükleri Safranbolu’da yapacaklarmış. Biz konferans gününe hazırlandık. Karabük’ten bir otobüs dolusu arkadaşla Safranbolu Bağlar’daki toplantı salonuna gidip yerlerimizi aldık. Açık saçık kadınlar, bıyıksız kravatlı aristokrat takımı da gelip yerlerini aldılar. Neyse, olanlar oldu ve ihtilalin düdükçüleri çocuklara Cinsel Eğitim dersi veremeden, evvel kendileri öyle bir terbiye dersi aldılar ki, ta 1969’a kadar bir daha böyle bir terbiyesizliğe kimse teşebbüs edemedi. O günlerde İstanbul’da günlük olarak neşrolunan Yeni Sabah Gazetesi (ikinci Menemen Hadisesi) diyerek, haberi iri puntolarla başlıktan veriyordu. Karabük’ün Emniyet Müdürü’nün kendini saklayan mücahid müslümanlardan birisi olması, bizi, o hadisede ucuz kurtardı. Karabük’te Risale-i Nur hizmetleri sebebiyle müteaddit defalar takibata uğradık. Tekniker Okulu’nu bitirdikten sonra Resim Konstrüksiyon Müdürlüğü’nde teknik ressam olarak çalışmaya başlamıştım. İşçi Sarayı’nın orta blokunda tek kişilik odalarda kalıyordum. Bir gece rüyamda gördüm ki; Hazret-i Gavs Abdulkadir-i Geylâni (R.A), yattığım odayı teşrif buyurmuşlar. Adam boyundan yüksek ve içerisi Risaleler’le dolu bir dolabım vardı. Hz. Gavs (R.A) mübarek eliyle o dolabın kapısını yukarıdan aşayıya kadar  ……………….. diyerek sığadı ve kayboldu. Ben sabahleyin işe gittim, masamda oturup rüyanın ne manaya geldiğini düşünürken, baktım bürodan içeriye beş altı sivil ve resmi polis girdiler. Doğruca müdürün yanına gittiler. Biraz konuştuktan sonra müdür beni işaret ederek onlara gösterdi. Polisler yanıma gelerek, yattığım odada arama yapacaklarını söylediler. Hayhay buyurun dedim. Odaya çıktık. Yastık kılıflarının içerisine varana kadar sıkı bir arama yaptılar. Aradıkları Risale-i Nur eserleriydi. Evet, o günlerde bir küçük Risale bulundurmak, bir bomba bulundurmaktan daha büyük bir tehlike olarak görülüyordu. Bu derece sıkı bir aramada hiç birisinin aklına gelip de o dolabın içerisine bakmadılar. Ben rüyanın tabirini böyle anında ve harika bir surette gördükten sonra, biraz da alay edercesine; buraya kadar geldiniz, bir şey bulmadan giderseniz ayıp olur, bari şu haftalık Yeni İstiklâl Gazeteleri’nden birkaç tane alın öyle zabıt tutun diye kendilerine birkaç gazete verdim, gittiler. Sene 1963 oldu. Yedeksubay öğretmen olarak askere gittim. Beni Ankara Kalecik kazasına verdiler. Oraya gittim kırk civarında Yd.Sb. öğretmen daha oraya gelmişti. Karabük’ten de tanıştığımız Karadenizli bir arkadaş gelmişti. Orada 15-20 gün kurs görüp köylere kur’a çekerek dağıtılacaktık. Bir otel odasına yerleştik. Ben hariç ne kadar kursiyer subay varsa hepsi kurs saatinin dışında lokalde cem olup çeşitli kahve oyunlarıyla vakit geçiriyorlar. Ben, ya bir-iki müslüman esnaf var, onların dükkanlarına uğrayıp sohbet ediyorum veyahut odama çekilip kitaplarla meşgul oluyorum. Kalecik küçük bir yer. Kim ne yapıyorsa herkesin haberi oluyor. Kaymakam merak etmiş benim neden onlara iştirak etmediğimi sormuş. Beni tanıyan karadenizli arkadaş da tutmuş Nurculuğumuzu orta yere söylemiş. Oranın kaymakamında çok acaib bir hafıza vardı. O kırk kişi kursiyerin sırayla ismini, soyismini ve memleketini birer defa sorar dinlerdi; ondan sonra, herkesi ismiyle soyismiyle ve memleket adıyla çağırabiliyordu. Meğer bizim kursiyerlerin  arasında azılı bir dinsiz varmış. Ortadoğu Üniversitesi’ndendi yanılmıyorsam. Askere gelmiş. O demiş; Ben de öyle bir yobaz istiyordum zaten, eğer kaymakam bey müsaade ederse, yarın onunla iyi bir keyf çıkarayım. Kaymakamın da arayıp bulamayacağı bir şey. Hemen orada ittifakla karar veriyorlar: Ertesi gün ders olmayacak, o azılı dinsiz benimle dini münakaşaya girecek ve biraz keyf edecekler. Bizim lazoğlu dahil hiç kimse geceden bana kopya vermedi. Sabah oldu, kurs gördüğümüz okulun salonunda yerlerimizi aldık, fakat ders başlamıyor. Ateist olan o kursiyer ufak ufak mukaddes mefhumlara saldırmaya başladı. Müdahale etmedim. Bir hayli ahkâm kestikten sonra (zaten Allah’ta (haşa) yoktur, insanlar bunu kafalarından uydurmuşlar) dedi. Eh, artık bize müdahale etmek vacib oldu. Baktım, beni ezmek hususunda tam bir ittifak var. Dedim: Arkadaş, senin hezeyanlarını ağzına tıkamak artık üzerime vacib oldu. Yalnız sizinle münazaraya girmeden evvel bir şartım var: Sen konuşurken ben asla senin sözünü kesmeyeceğim, ben konuşurken de sen kesmeyeceksin. Tamam mı, tamam. Diğer öğretmen ve kursiyerlerin de söze asla karışmamalarını temin ettikten sonra dedim: Buyur söz sizindir…Adam söze başladı, 5 dakika 10 dakika 15 dakika ondan sonra durdu. Ben kasden söz almıyorum. Üçbeş dakika da öyle boş geçti. Dedim devam et. Dedi diyeceklerim bundan ibaret. Dedim, yani 1400 senedir en aşağı 14 milyar insanın var dediği, inandığı bir davayı sen 15 dakikada çürütüp kenara attın öyle mi? Ben böyle hakaretamiz konuşunca üçbeş dakika daha konuşup sustu. Ben söze başladım. Doğrusu ne söylediğimi ben de bilmiyorum. Yalnız konuşmalarımda 23.Lem’a’nın derslerini tekrar ettiğimin farkındaydım. Münazaramız dört saat civarında devam etmişti, en sonunda bizim ateist dedi ki: Evet Allah vardır, fakat ben inanmıyorum. Dedim, hah şimdi işi düzelttin. Cehennem de haktır, Cennet de haktır. Biz orada deşifre olduk. Sonradan o lazoğluna dedim: Bana neden geceden haber vermedin? Dedi: Ben senin onu ezeceğinden emin olduğum için lüzum görmedim. Herneyse, bunu şunun için anlattım: Kurslar bitince kur’a çektik. Ben Gölköy’ü çektim. Gölköy deyince başta kaymakam, bütün eğitici personel cin çarpmışa döndüler. Meğer Gölköy o mıntıkada mücahid müslümanların yuvası olmakla meşhurmuş. Köyün tamamı Pilavoğlu’nun müridanıymış. Üç-dört defa parçalanmış heykeli, merasimle atıldığı çukurdan, devlet ricali çıkarmış. Dediler: Tamam ihtilal hazır. Neyse biz köye gittik. Köy kazaya yakın olmasına rağmen araba yolu yok, yayan gidilip geliniyor. Okulun lojmanı gibi olan bir odasına yerleştik. Namaz vakitlerinde camiye gidiyorum. Namaza gidip gelirken kime selam versem yüzünü öbür tarafa çeviriyor. Namazda farzlar kılınır kılınmaz yanımdaki adamlar adeta kaçarcasına benden uzaklaşıyorlar. Ben hayret hayret içinde kalıyorum. Neyse, ya sabır deyip okula ve camiye devam ediyoruz. Takriben bu hal, iki ay civarında devam etti. Bir gün güneşlik bir havada okulun bahçesinde oturuyorum. Baktım, köyün en yaşlısı ve en itibar göreni Hasan Dayı, yanında 3-4 kişi çıktı, okulun bahçe kapısına gelip beni çağırdı. Dedi: Evlat, bu mektep buraya yapılalı 40 sene oldu, ben daha bu çevirmeden içeri adımımı atmış değilim. Fakat şimdi giriyorum. Çevirmeden içeri girdi, yer gösterdim oturdular. Hal hatır sorduktan sonra dedi ki: Evlat sen daha bu köye gelmeden bir hafta evvel senin hakkında köye bir haber geldi. Dediler ki, size bir öğretmen gelecek, dindar görünüp köyün sırlarını devlete aktaracak, aman dikkali olun. Onun için biz seni bu güne kadar devletin bir ajanı nazarıyla görüyorduk. Fakat bu akşam ben bir rüya gördüm. Rüyamda baktım, Şeyhim Mehmet Pilavoğlu Hazretleri köye gelmiş, beyaz bir at üzerinde doğruca camiye geldi. Orada namaz kıldı, sonra da atına binip köyden ayrıldı. Atın gemini ben tutmuştum. Ta bu mektebin hizasına gelince bana, dönüp mektebe bakmamı söyledi. Baktım okulun yerinde bir cami var, kubbeleri yeşil mermerden yapılmış. Okulun içerisinden şeytanlar kaçışıyorlar. Şeyhim bana dedi: Bundan sonra buraya devam ediniz ve rüya bitti. İşte bu rüyanın üzerine bu şeytan yuvasına ilk defa ayak basıyorum ve anladık ki sizinle bizim aramızda bir oyun var. Ben de “kaza”da geçen hadiseleri anlattım. Okulun müdürü aynı köyden İsmet Aslantaş’tı. Köy Enst. mezunuydu. İyi bir dinsizdi. Demek ben köye gelmeden köye bu haberi daha doğrusu bu yalanı yaymışlar. Artık köylü ile aramızda su sızmıyordu. Bu hal fazla sürmedi, bir gün baktım suratı zift gibi kart bir adam müfettiş diye okula gelmiş. Adı Tevfik Taşpınar. Ben her sabah talebelere koro halinde Amentüyü okutup öyle derse başlıyorum. Tabii bu suç, hakkımda kâfi bir delil oldu. Beni derhal Ankara Polatlı kazasının Çekirdeksiz köyüne sürgün ettiler. Ayrıca Kalecik Asliye Ceza Mahkemesi Nurculuk suçundan dava açtı. Sonra o davadan beraat ettim. Yeni gittiğim o köyde de rahat bırakılmadım ve rütbelerim sökülerek er olarak Isparta Er Eğitim Tugayı’na sevkedildim. Isparta’da tugaya gittim. İlk karşılaştığım şey, temeli atılmış fakat yapılmamış bir bina temeliydi. Sordum bu nedir? Dediler, bu Hazret-i Bediüzzaman’ın temelini attığı cami inşaatıdır. 60 ihtilalinden sonra yapılmamış ve öylece kalmış. Bir çarşı izninde Husrev Efendi Hz.lerini ziyaret edeyim dedim. Meğer hapisteymiş. Hapishaneye gittim. Gardiyan dedi: O başı sargılı adamı mı soruyorsun? Dedim: Yok, O başı sarıklı adamı soruyorum. Hatasını anladı. Dedi: O, ziyaretçi kabul etmiyor. Vebali günahı boynuna, göremeden geri döndüm. 
Isparta’dan dağıtım olduk. İskenderun 39. Tümen’e verdiler. Gittik. Beni karargâh bölüğüne yazıcı olarak aldılar. 2-3 ay böyle devam ettim. Bir gün bölük komutanı binbaşı beni çağırdı, gittim. Dedi: Ulan sen ne adammışsın be! Dedim: Hayırdır komutanım. Dedi: Ulan, ben tümen komutanının ismini bilmezdim, sen geldin geleli her hafta senin tekmilini vermek için huzura çıkıyorum. Arkandan gövden kadar bir dosya gelmiş, halbuki bu üç ay içerisinde senin nefes alışını bile tesbit ettirdim. Sende hiç bir şey bulamadım, bu ne muammadır? Dedim: Komutanım, ben namaz kılıyorum. İslami ilimlerle meşgul oluyorum ya, işte suç olarak bu kâfidir.
O tümenden Ankara Ağır Ceza’daki bir davaya da ayda bir ihzarlı yani yanımda iki muhafızla gidip geliyordum. Tabii İskenderun’u çıkar çıkmaz, muhafızlar memleketlerine gidiyorlar. Kararlaştırılan günde İskenderun’da birleşiyoruz ve birliğe teslim oluyoruz. Sonradan bana onbaşı rütbesi de taktılar. İniş çıkış dünyası. Teğmenlikten erliğe, erlikten onbaşılığa…
Ben İskenderun’a gitmeden birkaç ay evvel Risale-i Nurlar’la ilgili bir hayli hadiseler olmuş. Lise hocası Vahidettin Karaçorlu hapse konulmuş, gidip Hatay Hapishanesi’nde ziyaret ettik. Deniz Subayı Muzaffer Güney’i de orada tanıdık. Bu itibarla bütün hareketlerim, ciddi bir takip altındaydı. 1965’de askerlik bitti. Zonguldak E.K.İ İşletmelerinde işe girdim. 1967’ye kadar orada dershane faaliyetlerimiz devam etti. 1967 senesinde ani bir kararla, işten istifa etmeye dahi zaman bulamayacak bir acele ile çıktım, Ankara’ya gittim. Doğru Said Özdemir’in Bendderesi’ndeki dershanesine gittim. Said Abi beni karşısında görünce hayret etti. Dedi: Ben de senin telefonunu arıyordum ki seni çağırayım. Biz yarın veya bir iki gün sonra tevkif olunuyoruz. Hizmetin başında kimse kalmıyor. Beni dolaştırıp kitap depolarını, hizmet yerlerini gösterdi ve ikinci gün kendisi gidip teslim oldu. İman ve Küfür Muvazeneleri kitabı ilk defa basılacaktı. Matbaayı gösterdi. Ulus’ta bir matbaa. Matbaaya gidişimiz gelişimiz tam bir film. Matbaaya gidene kadar kırk sokak değiştiriyoruz, çıkarken kırkbir sokak değiştiriyoruz. Ta ki kitabın nerede basıldığı bilinmesin. Basılan formaların kırılması dahi matbaada yapılmıyor, ele geçme korkusu var. Formaları düz sayfa halinde alıp evlere taksim ediyoruz. Nurcu Hanımlar evlerde formaları kırıyorlar. Onları evlerden toplayıp ya bir mahzende veya izbe bir evde onları harmanlıyor, kitap haline getiriyor ve sonra da ciltciye veriyoruz. Kremi karton kapaklı ilk baskının yapılması bize nasib oldu. Fiatı hususunda hapishaneye gidip Said Ağabey’le istişare ettim, 7,5 Lr. koyun dedi, öyle yaptık.
Koltuk anbarımız (sevk anbarı) Çerkez Sokak’ta idi. Emniyet kuvvetleri bir silah kaçakçılığı takibinde iken, gidip bizim anbara rastlıyorlar. Bakıyorlar ki bunların hepsi Risale-i Nur eserleri. Eee!… O zaman için her bir eser bir bombadan daha ziyade suçlu görülüyordu. Hemen bir kamyon getirip tam bir kamyon dolusu Risale’yi alıp Anafartalar’daki Adliye binasına teslim ediyorlar. Benim de eşkalimi tesbit edip beni arıyorlar. Ben dershanede hazırlıklarımı tamamladım. Bir Ramazan günü saat 9’da adliyeye gidip savcının odasına girdim. Dedim: Benim kitaplarımı almışsınız, kitaplarımı sizden almaya geldim. Savcı önce şaşırdı. “Yani yakalanan Risaleler’in sahibi misiniz?” dedi. Dedim: Evet. Biraz şöyle oturun dedi. Herhalde gizli bir zili vardı onu bastı ki, beş dakika sonra baktım 3 sivil polis odaya girip birer yanıma oturdular. Savcı benim Emniyet Sarayı’nda ifadeye gideceğimi söyledi. Polisler beni alıp emniyet sarayına götürdüler. Yatsı namazı geçiyordu hâlâ ifade alıyorlardı. Kendilerince bir ifadeler aldılar, imza ettirdiler ve beni Nöbetçi Mahkeme’ye sevkettiler. Mahkeme bir reis, bir kâtipten müteşekkildi. Hakim dosyaya baktı, okudu, ondan sonra da bağırmaya başladı. Sizi gericiler, sizi yobazlar… Hayırdır inşaallah dedik. Adam, benim sözlerime hiç aldırış etmeden, benimmiş gibi bir sürü ifade yazdırdı. Fakat yazdırdığı ifadeler hep beni kurtarıcı ifadeler. Gel imzala dedi. Dedim: İmzalamıyorum, siz benim dediklerimi yazmadınız ki… Adam bu sefer daha yüksek perdeden bağırmaya başladı. Baktım, adam beni kurtarmaya çalışıyor, fazla uzatmadan imzaladım. Karar: Dosyanın 1.Ağır Ceza’ya havalesine, mahkemenin tutuksuz devamına… Bizi orada serbest bıraktılar. 1.Ağır Ceza’daki o mahkeme 1971 senesine kadar devam etti. Mahkeme neticesinde 1,5 sene hapis 1 sene sürgün ve amme hukukundan men cezasına çarptırıldım. Dosyayı temyiz ettik. Daha dosya temyizdeyken bir umumi af çıktı, dosya dibinden kaldırıldı. Sonra biz eserlerimizi adliyenin arka kapısından geri aldık.
1969 senesinde evlendim. Bu arada Said Abiler hapisten çıktılar. Ben de Tümaş’ta işe girdim. Daha sonra serbest çalışmaya başladım. 1977’ye kadar serbest çalıştıktan sonra 1977 senesinde E.B.K Elaziz Kombinasına Bölge Teknik Şefi olarak işe girdim. Bu son işçiliğimiz fazla uzun sürmedi. O zaman Halk Partisi iktidara geldi, bizi de kemal-i izzetle işten ayırdılar. Bu sefer, elde ettiğimiz borç harç bir sermaye ile demir ticaretine başladım.




El’aziz’deki hayatımda şüphesiz en büyük kârım H.Hulusi Efendi’nin sohbetlerine devam etmek olmuştur. Hemen hemen istisnasız her dersinde, her sohbetinde bulundum. Dersleri büyük bir ekseriyetle ya bana veya kardaşım Zihni Efendi’ye okuturdu. Hacı Bey bana daimi Şeyh Efendi diye hitab eder, bazan da (Şeyhuna Şeyhun Kebir) deyip iltifat ederlerdi.
Hulusi Efendi’nin vefatına bir sene kala (1985) bende bir ruhî tebeddülat oldu. Ticaretle meşgul olurken insanlardan çekinmek, hatta korkmak hali bende zuhur etti. Mukavemeti imkânsız bir inziva haleti beni eve hapsetti. Dışarı çıkamaz oldum. Böylece iki ay kadar kaldıktan sonra, Hulusi Efendi Hazretleri’ni evinde ziyaret ettim. Bendeki ruhî haleti kendilerine arzettim. Dinledi ve dedi ki: Senin bu halin devam ettikçe kendini dışarı çıkmak için zorlama; eğer dışarı çıkmak meyli uyanırsa o zaman da içeride kalmak için kendini zorlama. Böylece halimizi bir tashihten geçirmiş olduk. O gün bu gündür zaruretlerin dışında dışarı çıkamıyoruz. Rabbimizin affına sığınıyoruz.
Her ne kadar ben içeri girdiysem de Risale-i Nur hizmetine kapıyı kapatamadım. Muntazam dersler olmuyordu. Fakat gelenler gidenler de eksik olmuyordu. Bu sayı gittikçe artıyordu. Bilhassa Hacı Hulusi Efendi Hazretleri’nin dar-ı bekayı teşrifleri sonrasında gelen mevcuda, ev kifayet edemez bir hale gelmişti. O sırada babamın evi boşalmıştı. Orada bazı tadilatlar yaptık, mescid haline getirdik, beş vakit ezan okunup namaz kılınmaya başlandı. 1989’da ACZMENDÎ DERGAHI levhamızı da astık. Bu levha asılır asılmaz Emniyet’in sivil birimleri hemen seferber oluyorlar. Tekkelerin kapatılmasına dair olan kanunu çıkarıyorlar, bakıyorlarki: Kapatılan yerler arasında “DERGÂH” ismi geçmiyor. Öylece atıl kalıyorlar. Bu hadiseyi sonradan sivil bir komiser anlatmıştı.
Dergâhımızda muntazam derslere başladık. Her gün ikindiden sonra ve yatsı namazından sonra “Sohbetler ve Zikirler” devam ediyordu. Bu arada sünnet-i seniyyeye göre giyinenlerin sayıları da günden güne çoğaldı.
Bidayette, ahvâl-i umumiyenin yalancı tercümanları olan gazeteciler, bu teşekkülü görmemezlikten gelmeye çalıştılar. Lâkin mızrak çuvala sığmaz. 6 Temmuz 1992 günü Hicrî yılbaşı münasebetiyle birkaç otobüs dolusu kadınlı-erkekli, genç ihtiyar bir grup Aczmendi mensubu kardeşlerimizle, Ankara’ya Kocatepe ve Hacıbayram-ı Veli Camiine seyahate çıktık. Öğle namazını Kocatepe Camii’nde kıldıktan sonra, Ankara’yı az çok tanımak-görmek maksadıyla yürüyerek Bakanlıklar, Kızılay, Ulus istikameti ile Hacıbayram Camii’ne yola çıktık. Lâkin bizim bu masum yürüyüşümüz, Ankara’daki bütün resmi makamları tâbiri caizse hoplattı. Bütün Emniyet Güçleri üstümüze gelmek istedi. Fakat tutacak kulpları yok. Mani olmak istiyorlar, fakat adını ne koyacaklar onu bilmiyorlardı. Emniyetin bu kararsızlığı içerisinde biz Hacı Bayram Camii’ne gittik, ikindi namazımızı kıldık ve normal program seyrinde geri dönüş için yola çıktık. Bizim en tabii hakkımız olan; vergisini verdiğimiz, askerliğini yaptığımız, hulasa her türlü vatandaşlık görevini yerine getirdiğimiz kendi vatanımızın başkentinde seyahat hürriyetimiz, bu ilk İslamî kimliğimizi dışa yansıtan kılık-kıyafetimizle yaptığımız bu toplu seyahatimiz de böylece, -fevkalade çalıştıkları halde- engellenememiş oldu. Fakat bu masum seyahat mü’minlerin dilinde URUS, gazete üzerinde ise ULUS yazılı, Ankara’nın yerel bir gazetesinde sürmanşet bir haber daha doğrusu resmi makamlara ihbar niteliğinde “Başkent’te Şeriat Provası” diye kalın siyah puntolarla yer alıyordu. Zaman da gösterecekti ki ihbar, yerine ulaşacaktı.
Ağustos 1992’de AKTÜEL DERGİSİ ve DAILY NEWS gazeteleri “İSLAMIN AYAK SESLERİ” manşeti altında ACZMENDÎ Hareketi hakkında bir araştırmalarını kaleme aldılar.
30 Ağustos 1992 tarihindeki yeni bir Ankara seyahati ise, Ankara’da Müslümanları görmeye tahammülü olmayan Kemalistleri bir hayli kızdırdı. Ellerindeki son kalenin düşmesinden korkuyorlardı. Bu seyahatler şunu gösteriyordu ki; Kemalistler çok zaif idiler, işleri bitik idi. Zahirdeki kuvvetleri ise; kendilerine ait değil, cedd’lerinin, zamanında yaptıkları zulüm ve ceberrut neticesinde hislere tevarüs etmiş olan lüzumsuz bir korkudan ibaret idi. Evet, hakikatta o kadar zaif idiler ki, Müslümanların değil icraatlarına, Müslümanca bir kıyafetle yıkılacak kadar zaif bir temel üzerine oturtturulmuş bir rejim, elbette kaçınılmaz olarak “MUVAKKAT BİR REJİM” olmaya mahkumdu.
Fakat tarihe karışmadan önce can havliyle, Müslümanlara ne kadar zarar verebilirsem kârdır adesesiyle bütün Emniyet Güçlerini iğfal edip milletin emniyetini temin etmeye çalışması gereken bu kolluk kuvvetlerini, rejimin emniyeti hesabına Müslüman milletinin üstüne saldı. Kayseri’de, Maraş’ta, Malatya’da ufak tefek tutuklamalar ve sorgulamalar devri başladı.
1993 tarihinde ecnebilerin naşir-i efkârı olan basın-yayın ve rejimin dayanak noktaları olan kurumlar ACZMENDİ hareketi karşısında büyük bir telaşa kapıldılar.
Ülke genelinde ses getiren ilk hadise 1992’nin 10 Kasım’ında meydana geldi. O sene 10 Kasım Kemalistlere zehir-zıkkım oldu. İbadetlerini gönül huzuruyla yapamadılar. Tabii bu, rejim için büyük bir hadiseydi. Gazeteler, radyolar, T.V’ler renkli renkli neşriyatlar yaptılar. 23 arkadaşımız 23’er gün hapiste kaldı. Bu hadisede 13 yaşındaki çocuktan 92 yaşındaki ihtiyara kadar, her yaş grubundan insanın bulunması, cemiyetin her tabakasının artık, bu saçma uygulamalara karşı patlama noktasına geldiğinin açık bir göstergesiydi.
Hadiseler böyle cereyan ederken çok komik olaylar da cereyan ediyordu. Kayseri’de, üç arkadaşımız yolda yürürken ellerinden asalarının alınıp asa’larının DGM’ye verilmesi gibi…
1992’nin 10 Kasım hadisesinden sonra Aczmendi mensubu kardeşlerimizle toplu olarak Ankara’ya seyahate gitmeye karar verdik. 6 Şubat 1993 tarihli olarak kararlaştırılan bu seyahatten önce yine farfaralı gazeteler yaygarayı kopardılar. Ankara’yı karıştırmaya geliyorlar imajı vererek resmi kurumları üzerimize kışkırtmaya ve genel halk kitlesinde de infial uyandırıp bizi, terör hareketi gibi göstermeye çalıştılar. Fakat bu arada Uğur Mumcu adlı gazetecinin öldürülmesi hadisesi de vaki olup dinsizler hep bir ağızdan mukaddes Şeriat’ımıza sövünce, bizim seyahatimiz tabii olarak onların boy ölçüsünü almaya gider bir vaziyete intikal etti. Seyahatimizden önce bütün basının aleyhte kampanyaya başlaması ve dernek ve kuruluşların bu yol ile bizi tehdit eder ifadeler vermesine mukabil biz de, bizi genel manada tanıtıcı olan bir bildiriyi bütün Emniyet Birimlerine ve basın kuruluşlarına verdik. Yukarıda ifade ettiğim, tehdit eden dernek ve kuruluşların sadece bir ifadesine yer verdikten sonra, bizim basın bildirisini de bera-yı malûmat olarak aşağıya aynen yazıyorum.
“Asa’lı yürüyüşe tepki
                                    A.Rezzak ORAL/ANKARA
………………………………………………
………………………………………………
Türk Kadınlar Birliği Genel Başkanı Aysel Gürsoy da “asa”lı yürüyüşe tepki göstererek, şunları söyledi:
Niçin “asa”lı yürüyüş yapıyorlar. Yoksa bu asaları Türk Halkı’nın kafasına vuracağız mı demek istiyorlar. Bana göre, demokrasi ve laiklik karşıtlığı, vatan hainliği ile eşdeğerdir. Türkiye’yi sevenlerin işi olamaz. Ayrıca Müslüman-Laik ayırımına da karşıyız. Biz de Müslümanız, ancak müslümanlığımızı çağdaş ölçülerle sürdürüyoruz. Demokratik düzenimizi hedef alırlarsa karşılarında sadece bizim derneğimizi değil, bütün Türk kadınlarını bulurlar.”
                                                                           MİLLİYET 4 Şubat 1993
Bizim, Emniyet Birimlerine, basın mensuplarına verdiğimiz ve seyahate çıkarken dergâhın kapısında yaptığımız konuşmanın metni ise aynen şöyledir:
“Aziz Mü’min ve Mücahid Kardeşlerim!
Allah (c.c) lûtf-u inayetiyle bu seneki Beraat Gecesi’ni ihya etmek niyetiyle Ankara Kocatepe Camii’ne gidiyoruz. Maksadımız rıza-yı İlahidir. Başka bir maksadımız yoktur. Siyasi ve entrikalı teşkilatlarla asla alakamız yoktur. Biz Risale-i Nur talebeleriyiz. ACZMENDİ ta’biri Risale-i Nur Talebelerinin diğer adıdır.Harekâtımızın ve sekenatımızın bütün düsturları Risale-i Nur eserlerinden alınmaktadır. Bu itibarla bizler:
Avrupa’nın içimize attığı bir hastalık olmak hasebiyle, bugünkü siyasetten nefret ediyoruz. Bu siyeset: Meleği şeytan, şeytanı melek gösterir.
Anarşi taraftarı değiliz.
Dinsizleri öldürmeye değil, düştükleri imansızlık çukurlarından kurtarmaya çalışıyoruz.
Ben müslümanım diyen samimi Müslümanlarla münasebetimiz, her ne sebep tahtında olursa olsun, onları sevmektir. En militanından tutun, en mazlumuna kadar.
Hulâsa, meslek ve meşrebimiz muhabbet esası üzerine kurulmuştur.
Şimdi durum bu iken, bizim Kocatepe Camii’ne gitmemizi bahane ederek farfara çıkaran bir kısım gazetelerin ne kadar haksız oldukları ortadadır. Esasen onlar ve yandaşları, işledikleri kabahatlerinin mukabele göreceğinden derin endişe içerisindedirler.
Evet, ben dinsizim diyen ve ömrü boyunca dine, imana, camiye, Kur’an’a hulâsa mukaddesat namına ne varsa onlara sövmeyi şeref telâkki eden birisinin öldürülmesini bahane ederek, şeriata ve şeriatçılara küfreden sürülerle beraber, devrin hükümet başkanı, yargı başkanı ve onlardan daha aşağıda olanlar da aynı yürüyüşe katılırlarsa, elbette yüzde doksansekizi Şeriat’a göre amel eden müslümanların meşru olarak nefs-i müdafaada bulunacakları korkusu onları tedirgin edecektir.
Ama kabahat kimde?
Halbuki şeriat demek cami demektir, şeriat demek islâm demektir, iman demektir. Şeriat demek Kur’an demektir, peygamber demektir. Şeriat demek namaz demektir, oruç demektir, hac demektir. Kahrolsun şeriat demek, bunların hepsi kahrolsun demektir. Doğrusu bunu diyebilmek bu vatan için büyük bir cürettir. Görelim Mevlâ neyler….
Bilhassa Kemalizm dinine mensup olan kadın-erkek bazıları da ACZMENDİ’leri hedef alarak hamleye geçmişler. Sevsinler taşbebeklerini, ne kadar da şecaat arz etmişler. Haberemizi ulaştıracak birisini bulsak onlara diyeceğiz ki: Otel salonlarının kibar evlâtları, kendinizi çok üzmeyin; zaten saltanatınızın şurada kaç gün ömrü kaldı ki; bari bu mahdut günleri olsun elemle geçirmeyin, olmaz mı?
Biz elimizdeki ASA’ları insanların kafalarına vurmak için taşımıyoruz. Biz onları peygamberimize benzemek için taşıyoruz. İbadet olduğu için taşıyoruz. Fakat görülen o ki; mürtedler kafalarını ileriye uzatmış, var güçleriyle koşup sünnet-i seniyyeye toslamak istiyorlar. İnşaallah böyle bir tecrübeye girmezler. Yoksa beyinlerinin sünnet-i seniyye kal’ası önünde toprağa akacağını bilsinler. Netice olarak “biz Hizbü’l-Kur’an’ız”; “inna nahnü nezzelna’zzikra ve inna lehû lehafîzûn” sırrıyla “Kur’an’ın kal’asındayız”, “hasbünallahü ve ni’mel vekil” etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur.”
Bu konuşmamızı müteakip Ankara’ya seyahate çıktık. Fakat bütün il ve ilçelerde, sınırlara geldiğimizde o bölgenin Polis ve Jandarmasına devir-teslim içerisinde bir vaziyette Ankara’nın ilçesi Gölbaşı mevkiine kadar geldiğimiz halde, Gölbaşı mevkiinde savaş hazırlığı içerisinde karşılandık. Ankara’ya alınmamamız hakkında devrin başbakanından “kesin” talimat olduğunu söyleyen Gölbaşı’na görevli gelen yetkililer, tamamen gayr-ı kanunî ve keyfî küfrî uygulamalarıyla orada da kalmamıza müsaade etmeyerek geri dönmemizi istediler. Bizim kararlı tavırlarımız sonucu anladılar ki; biz, hakkımızı söke söke alma hususunda fedakârlığın birinci basamağını, hayatımızı feda etmekle yükseleceğiz.
Sadece şu misal oradaki halet-i ruhiyemizi anlamaya kâfi gelir. İlkokul 3.sınıfa giden MAHMUD isimli, yaş itibarıyla küçük ruhen büyük bir mücahid, zikir esnasındayken, asker ve polisin etrafımızda çevirdikleri kordonu daraltıp silahlarının mekanizmasını açıp iş sadece tetiğe basmak noktasında kaldığı bir anda, büyük bir ağabeyine şu endişesini dile getiriyor:
“- Mehmet Abi, abdestim yoktu benim. Ölürsem ŞEHİD olur muyum?” 
Evet, ölmekten değil, abdestsiz ölürse şehid olup-olamayacağının endişesini çeken bir ruh.
Karşılarındaki istisnasız bütün Aczmendi mensuplarındaki bu ruhu hisseden ve mukavemet-sûz kararlılığı gören kolluk kuvvetleri, telsizin diğer başındaki devrin başbakanına daima rapor veriyor ve nasıl bir strateji takip etmeleri gerektiğini sual ediyordu.
Gelen talimatlar doğrultusunda emr-i vaki’lerden vazgeçip rica edâsına girdiler. Bu hadisede ilginç bir nokta vardır o da şudur ki:
Bize muhatap olan yetkililer, yekten diyorlar ki “başbakan” bizzat kendisi bu operasyonu yönetiyor. Ve kesin emri var. Durdurulduğumuz yerden bir santimetre ileriye gidemeyeceğiniz gibi, burada da bir saniye kalmayacak ve “derhal” eskort eşliğinde geri döneceksiniz. Bizim ise, her türlü neticeyi göze alıp öğle namazından yatsı namazı sonuna kadar orada oyalanmamız ve sonradan da normal program seyrinde kendi ihtiyarımızla geri dönüş için yola çıkmamız, rejimin tepesinde olanları, iç alemlerinde sıfıra indirdi.
Bu hadise bütün TÜRKİYE’ye gösterdi ki, ŞERİAT’ın kahrolması için, önce ŞERİAT’çıların kahrolmaları gerekiyor. Müslümanların mukaddes mefhumlarına hakaret hususunda “kazın ayağının o kadar ucuz olmadığını” bütün efkâr-ı âmme ve bilhassa dinsizliği ve dine hücum etmeyi meslek edininler görmüş oldular. Ehl-i imanın kalbine kuvvet oldu, münafıkların ve ehl-i küfrün ise kalplerinde onulmaz yaralar açtı.
Bu vak’ayı müteakip ACZMENDİ hareketinin kimliği hakkında zihinlerde oluşan soru işaretlerine cevap olmak üzere, Kanal-6 televizyonunun “TEMPO” programının hazırlayıcısı ve sunucusu olan OSMAN BALCIGİL ve ekibi El’aziz’e geldiler. 2 saat 15 dakika süren bir çekim yapıp bunun 8 dakika 54 saniyelik kısmını cımbızla seçip en rijit ifadelerden müteşekkil bir yayını 1 Mart 1993 Pazartesi günü yayınladılar. Derhal İstanbul DGM Savcılığı tarafından bu yayın hakkında inceleme başlatıldı. Derekâb bu yayından dolayı hakkımızda dava açıldı.
Bu yayın, özellik itibarıyla uzun süre avam-havas, lehte-aleyhte herkesin dilinde dolaştı durdu. Cumhuriyet sonrası yerleştirilen, klasik şeyh anlayışını tar û mar eden ifadelerimiz; Kemalistlere, hesaplarını biraz daha ciddi yapmalarının gereğini ders verdi. Özellikle bizi adam öldürmek heveslisi gibi göstermek amacıyla, maksatlı sorulan “Aziz Nesin”i öldürüp öldürmemek” hususunda sordukları soruya verdiğimiz cevap ki; en cahil insana avam lisanıyla birşeyler ifade ederken, en âlim insana da en ilmî mahiyet arzeden vaziyeti onları şaşkına çevirdi.
Bu röportaj basın-yayın kuruluşlarını ziyade tahrik etti. ÖMER TOSUN isimli muhabirin TEMPO Dergisi hesabına yaptığı röportaj 10 Mart 1993’te yayınlandı.
Bu röportaj ve televizyon programını müteakip, en kaliteli ve seviyeli, ayrıca usûl ve şümûl itibarıyla dahi en başarılı röportajı, mesleğinde bihakkın ehîl olan, Cumhuriyet Gazetesinin usta kalemlerinden, dürüst yazar AYDIN ENGİN Bey’in 21 Mart 1993’te başlayan 28 Mart 1993’te biten tefrikası, mesleğimizi anlatan ifadelerimizi hiç çarpıtmadan, en ufak tahrifat yapmadan, bizim söylediklerimizi aynen harfi harfine dost-düşman herkese duyurmuş oldu.
20 Nisan 1993’te, Türkiye’de resmî ve selâhiyetli ağızların da din-i mübîn-i İslâm’a açıkça hakaretlerinin artması ve bu laik zihniyetli insanların dinsiz sürüler içerisinde ve en ön saflarda yer almalarına mukabil o zamanın Başbakan’ına da bir açık mektup yazıp gönderdik ve bütün basın kuruluşlarına da fotokopisini faksladık. Berâ-yı malûmat mezkûr mektubu aşağıya aynen alıyorum.
“                                                                                                  20/04/1993 SALI
                                   BAŞBAKANLIK YÜKSEK KATINA 
                                                                                        ANKARA
1920 tarihinden başlayarak bir-iki seneye kadar pasif ve ondan sonra da alenî bir şekilde Şeriat-ı Muhammediye’ye devlet ağzıyla yapılan küfür ve hakaretler artık sabrımızı taşırmak noktasına gelmiştir. Bu hal, dünyanın hiçbir devletinde ve tarihin hiçbir devrinde görülmüş şey değildir. Görülmüş müdür ki; bir millet, bütün bir dünya tarafından işgal edilsin, esarete alınmak istensin, zincire vurulsun, fakat o millet örfünü an’anesini, dinini, namusunu ve vatanını bir şahlanışla kurtarsın; idaresini, kendisinden zannettiği insanlara versin de bu sefer o idareciler, hiçbir düşmanın yapamayacağı her türlü hakareti kendi mazlûm milletine çektirsin?
Evet, devletin küfrettiği şeriat zekât demektir; şeriat oruç demektir ve kelime-i şehadet demektir. Şeriat Beytullah, Peygamber ve Allah demektir. Şeriat Kur’an-ı Azîmüşşan demektir. İşte devlet Şeriat’a küfretmekle bütün bunlara küfretmektedir. Acaba devlet bu büyük küfürbazlığa ne zamana kadar müsaade edecektir? Acaba bu devlet, milletim dediği insanların en mukaddes varlıklarına hakaret etmekten ne zaman vazgeçecektir?
Nerede bir îmansız, Allah’ın gazabına uğrasa, ne zaman bir 23 Nisan, bir 19 Mayıs veya bilmem hangi gün olsa, devletin bütün ağızları en sunturlu küfürlerle Allah’ın nizamına ve Müslümanın dinine, namusuna karşı hücuma geçerler.
Devlet, bu laiklik hastalığına tutulan dinsiz imansız sürülerin sokakları doldurup Müslümanların her şeyi demek olan Şeriat’a küfrettirmeyi önleyemezse, bizlere de nefs-i müdafaa hakkı doğmaz mı?
Bizler asayişi bozmak taraftarı değiliz. Bizler bu topraklarda kan dökülmesini istemiyoruz. Fakat bizden olduğunu bir türlü ispat edemeyen bu devlet de bütün dünya da bilir ki: Allah göstermesin, Kur’an uğrunda fiili bir mücadeleye icbar edilirsek, kâfirlerin dünyaları başlarına zindan olur, pis canlarını Cehenneme gitmekten kurtaramazlar.
Biz hükümetin başı olan sizlerden, bu küfürbazlığa bir son vermenizi ve her vesile ile inançlarımıza hakaretler yağdırılmasını, bilhassa bunu vergilerimizle beslenen devletin selahiyetli ağızlarıyla yapılmasının önlenmesini talep ediyoruz. Yetmiş senelik T.C. idaresinin bir tek defa olsun bu milletin hükümeti olduğunu isbat etmesini sizlerden görmek istiyoruz.
Son sözümüz “hasbünallahü ve ni’mel vekil”dir.
                                                                          Aczmendî Mensupları Namına
                                                                                H. MÜSLİM GÜNDÜZ
Bu mektub dinli-dinsiz yayın kuruluşlarınca neşredildi. Bugüne kadar korku damarı işletilerek sindirilmiş olan Müslümanların, seslerini çıkarabilmelerine vesile oldu.
5 Haziran 1993 tarihinde Kurban Bayramı’nın verdiği tatil imkanı münasebetiyle Kayseri, Konya - Mevlana Hazretlerini ziyaret -, Ankara istikametinde bir seyahat planladık. Konya’ya kadar tedbirler ihmal olmamakla birlikte, seyahate bir mani çıkarılmadı. Konya’dan Ankara’ya yöneldiğimizde ise daha Ankara’ya varmadan, yolumuzun, yine panzerler eşliğinde Emniyet güçleri ve komando bölüğünün de varlığı ile Gölbaşı mevkiinde kesildiğini haber almıştık. Bir petrol istasyonunda mahsur bırakıldık. Onlar “geri” diyorlardı, biz ise “ileri”. Nihayet takriben 500 m de olsa biz “ileri” gittik. Bu kadarı dahi onlara, verdiğimiz karardan bir adım “geri” gitmeyeceğimizi ifade etmeye kâfi geliyordu. Bayramın son günü olması hasebiyle memleketlerine dönmek için yola çıkan ister hususi araba sahipleri ister otobüsler, en az 20 polis otobüsü, bilmem kaç taksi, 2 panzer, bir hayli askeri anayolun kenarında gördükleri vakit, haliyle soruyorlar: “Burada ne oluyor?” Fakat hiçbir tatmin edici cevab alamadan yollarına devam ediyorlar. Çünkü güvenlik güçleri temsilcileri diyemez ki: “ Bunları Müslüman oldukları için Ankara’ya alamıyoruz.” Diyemezler, çünkü deseler, diğer insanlar da diyecekler ki “biz de müslümanız, ama bize engel olmuyorsunuz.” Bu sefer demeleri gerekecek ki “evet, siz de Müslümansınız; amma, bunlar her şeyleriyle Müslüman olduklarını belli ediyorlar. Siz ise zaten bizim istediğimiz tarza girmişsiniz “ deyip de unuttukları değerleri onlarada mı hatırlatsınlar.
Tabii bu arada onlara cevab veremedikleri gibi kendi emirleri altındaki biçare asker ve polise de cevab veremez duruma düşüyorlardı. Zira Anadolu’nun muhtelif yerlerinden gelmiş olan imanlı asker-polis, kendilerini mukaddes bir göreve adamışlardı. Hırsızın, soysuzun, katilin, esrarın, kumarın düşmanı olarak görev yapacaklarını ümid ediyor ama görev olarak “müslümanın karşısına çıkmak ve mana veremedikleri bir tarzda yollarını aynen bir eşkıya gibi kesmek” nasiplerine düşüyordu. Bu ise, bu Anadolu’nun bağrı yanık, içli-dertli Müslüman asker ve polisine çok ağır geliyor, köşe-bucak yerleri seçip için için ağlıyorlardı. Artık biz kendi derdimizi unuttuk, onların tekrar tekrar gelip bizden özür dilemelerine ve ellerniden bir şey gelmediğini itiraflarına mukabil, onları teselli etmek gayretine düşmüştük. Asker ve polisin bize bu yakınlığı amirlerince fark edilip bizden uzak durmaları talimatı verilince, onlar tamamen kahroldular. Öğleden akşam vaktine dek süren bu bekleyiş artık karşı tarafın sabrını tüketti. Oradaki en ileri yetkili bizimle görüşmek arzu etti ve şunu itiraf etti:
Hocam, lütfen bize yardımcı olun. Emrimiz altındakileri artık tutamıyoruz. Bu görevlerine bir mana veremedikleri için, bize isyan noktasına geldiler.”
Tabii bu bekleyiş süresinde bizimkiler kendilerine eğlence çıkarmayı ihmal etmiyorlardı. İkindi vakti çocuklar kung–fu gösterisi yapmaya başlar başlamaz, emniyet güçleri biraz dağınık vaziyette iken amirlerinin emri ile nizamî ve hadiseye hazır bir vaziyet aldılar. Biraz büyükler kung–fu gösterisine başlayınca telsiz ile takviye kuvvet istediler. Bir kaç otobüs dolusu takviye kuvvet daha geldi. Halbuki ne lüzum var. Orada sadece bir bekçi, evet yanlış okumadınız bir bekçi koysalardı yine kifayet ederdi. Çünkü biz anarşi taraftarı değiliz. Kaldı ki karşımıza çıkardıkları da müslüman. Biz, müslümana karşı nasıl el kaldırabiliriz. Zaten o yetkililere de söyledik: “Bizim sizinle işimiz yok, siz gidin, size bu emri veren gizli mahfillerde saklanan, karşımıza çıkmaya cesaret edemeyen o zındıklar, din düşmanları gelsin.”
Bu arada şu hakikatı zikretmeden geçemeyeceğim: Türkiye’de küfrün şahs-ı manevîsinin mümessili olarak Aziz Nesin ismi bayrak oldu. Hiçbir özel gayretimiz olmamakla birlikte imanın şahs-ı manevîsini temsil de, olayların tabii seyri içerisinde ACZMENDÎ kelime ve manasına bindirildi. Bu seyahatimizde de yukarıda zikrettiğim gibi Kurban Bayramı tatili niyeti ile yola çıktık, fakat o esnada Aziz Nesin’in “Şeytan Ayetleri” isimli kitabı tercüme edip  Aydınlık Gazetesi’nde neşretme meselesi gündeme geldi. Ve bizim seyahatimiz ise Aziz Nesin’i öldürmeye ve Aydınlık Gazetesi’ni basmaya gidiyormuşuz gibi lanse edildi. 
Mahsur bırakıldığımız yerde, basın mensupları bu şaibeleri bize sordular. Biz ise ne şeytan ayetlerini ve ne de Aziz Nesin’i adam yerine koymadığımızı, fakat bizim de, bu özgürlük adı altında yapılan hücum ve hareketlere mukabil, bir eser hazırlığı içerisinde olduğumuzu söyledik. Her tarafa aynı olmayan hürriyetin, hürriyet olmadığnı beyan ile, hazırladığımız eserin adının “AHLAKSIZ ZÜBEYDE’NİN GAYR–İ MEŞRU ÇOCUĞU” olduğunu söylediğimiz anda, farkında olmadan arı kovanına çomak sokmuş olduk. Tabii bu kitap ismini, biz birşey söylemediğimiz halde onlar, o anda yanımızda savcı olsa 5816’dan dava açacak tarzda yorumladılar. Halbuki Zübeyde ismi bir kişinin anasına ait bir isim değil ki, nice Zübeydeler yaşıyor şu memlekette! Fakat ne hikmettir “Şeytan Ayetleri” yaygarası da bu seyahatden sonra bir hayli azaldı. Neler oldu, neyin tedbirini aldılar, bilemiyoruz.
Bu seyahatten takriben bir ay sonra 2 Temmuz’da vaki olan Sivas hadiseleri patlak verdi. Bizim bu hadise ile hiçbir münasebetimiz olmadığı halde, başta Sabah Gazetesi ki 1. sayfasının aşağı-yukarı tamamını ve bir miktar da iç sahifelerinden bir köşesini o hadiseleri bizim organize ettiğimiz ve bizim başlatıp bitirdiğimize yönelik bir haber giriyordu. Diğer gazeteler de ona yetişmese de pek aşağı kalmıyordu.
Yeri gelmişken bir vasfımızı arzedeyim. Biz, bir şey söylersek Allah’ın izni ile mutlaka yaparız. Bir şey yaparsak da kat’iyyen gizlemez alenen söyleriz, çekinmeyiz. Bir şey yaparsak en kötü neticesini dahi göze almışızdır.
Fakat bu hadisede fiilen en ufak iştirakimiz olmadığı halde, efkâr-ı âmmede bidayette başrolde biz gösterildik. 3 Temmuz 1993 tarihli başta SABAH Gazetesi olmak üzere, diğer bütün gazetelere bakılsa bu, çok açık görülecektir.
Özellikle Aziz Nesin’in, Sivas’ta yaptığı tahrik ve ağır neticeleri yetmiyormuş gibi bu hadise münasebetiyle söylediği sözler çok ilginçtir:
“… Bu böyle devam ederse, o başı açık kadın başbakanı da birgün saçından sürüklerler, Süleyman Demirel’i de kravatından tutup sürüklerler…”  5 Temmuz 1993 Hürriyet Sh.24
Bir yandan resmi makamları üzerimize kışkırtacak telden vururken bir yandan da Müslüman kesimin bizlere olan teveccühünü kırmak noktasından tesiri olabileceğini ümid ettiği yayınlar yaparak [“MİT’in KURDUĞU TARİKAT: ACZMENDÎLER (4 Temmuz AYDINLIK Gazetesi Sh.6)”] ACZMENDÎ hadisesinin cemiyet üzerindeki hüsn-ü teveccühünü kırmaya yönelik telden vuruyordu. Bir diğer yandan da “Pir Sultan Abdal Kültür ve Tanıtma Derneği”nin yayınladığı bildirideki ithamlar ile de Alevî ve Kürt vatandaşları üzerimize kışkırtmaya çalışıyordu. Lakin hepsi nafile. Malum, hile yapanların en hayırlısı Allah’tır. Allah (cc), ehl-i küfrü bu hilelerinin içinde, kendi hilesine düşürüyor ve tamamıyla bütün hadiseler bizim lehimize gelişiyordu.
18 Temmuz 1993 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin, bizimle yapılan röportajı tam sayfa yayınlaması ise, suret-i mahsusada Türkiye’deki kadın başbakan meselesi üzerine cemiyette derin tesirler uyandırdı. Kadın başbakanın olmasının T.C.’nin yıkılmaya yüz tutup Şeriat’ın geleceğine en kuvvetli işaret olduğunu söylememiz, düşünen kafalarda yeni ufuklar açtı.
1-8 Ağustos 1993 tarihli EP Dergisi’nin ACZMENDÎ’leri kapak konusu yapıp dergide bir hayli yer ayırması yine rejimin tepesindekilere ciddi bir ihbar niteliğindeydi.
Bu ihbarlar yerine ulaşıyor ve tesirini gösteriyordu. Mesela: Hiçbir kanunî gerekçesi olmadan ve hukukî dayanaktan yoksun bir şekilde dergahların kapatılabilmesi gibi hadiseler meydana gelebiliyordu. 28 Ağustos 1993’de Kayseri Dergahı’nın velev bir süre için dahi olsa kapatılıp-mühürlenmesi gibi. Tabii, sonra hakkımız için elbette mücadelemizi veriyoruz ve dergahlarımızı açıyoruz.
Bu arada daha önceki ifadelerimizden dolayı o mahkeme senin, bu mahkeme benim koşup durmaya başladık. Her bir mahkememiz ayrı bir hadise oldu. Bir konuşmamızda “demokrasi, laikliğin gayr-ı meşru çocuğudur” gibi farklı telakki tarzımız, düşünen insanların zihninde, o güne kadar hayallerinden geçirmedikleri konular hakkında düşünmelerine yol açtı.
Yine Kanal-6’da “OLAY VAR” isimli programda 21 Ekim 1993 günü, kullandığımız ifadeler son derece sade ve yalın olduğu halde Kemalist’lere şok tesiri yaptı. Misal kabilinden Katerina’dan bahsettik, fakat Başbakan için asrın Katerina’sıdır tarzında lanse edildi. Fakat kaderin garip cilvesidir ki, bir zaman sonra Başbakan’ın kocası “ben kendimi Rus Çarı olarak görüyorum” demiş. Bu televizyon röportajı için de dava açıldı. Artık ağzımızdan çıkan her sözden bir dava açılmasını bekler vaziyete geldik. Bizim buralarda derler: “Borç bini geçtikten sonra, yat sırtının üstüne.”
Bir yandan diyorlar “seyahat hürriyeti var” inanıyoruz, seyahat etmek istiyoruz, resmî eşkiyalar yolumuzu kesiyor. “Orman kanunlarına” göre muameleye tâbi tutuluyoruz.
Yine diyorlar “konuşma ve ifade hürriyeti var” inanıyoruz, düşüncelerimizi, inancımızı ifade ediyoruz, mahkemeye veriliyoruz…
Tabii, bütün bu gayr-ı kanunî uygulamalar, Türkiye’deki 70 küsur senedir hükümferma olan kemalist rejimin yüzündeki MÜNAFIKLIK maskesini düşürüyor ve din düşmanı olan hakikî yüzünü dost-düşman herkesin görebilmesine imkan veriyordu. Kemalistleri de esas evhamlandıran nokta zaten buydu, fakat yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Çünkü hücum etseler, şecaat sahibi ve hamiyetli fakat fıtratına uygun yer bulamayanlar “işte burası tam benim yerim” diye mazlum durumuna düşürülen bizlere imdad için, bizlere iltihak ediyorlar, hamiyetlerinin coşkusu Kemalistlerin hesabını bozuyor. Hücum etmeyip bizi ademe mahkum etme tavrına girip ilişmeseler, imanlı fakat ürkek büyük bir potansiyelin, ürkekliklerini atıp dahil olmalarına imkan verecekler. Yani ne yapsalar, sonu onlar için fiyasko ile bitiyor.
23 Aralık 1993’de, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki ifadelerimden dolayı hem ben hem de röportaj yapan Sayın Aydın ENGİN Bey, birer yıl üçer ay hapis cezalarına çarptırıldık. Lakin mahkemedeki hüsn-ü halimiz münasebetiyle bu ceza tecil edildi.
Sorgulamalar, gözaltı derken 30 Mart 1994’de Bursa’daki kardeşlerimize karşı küllî hücuma geçildi. Kardeşlerimizden 17 kişi gözaltına alınıp bilahere 14’ü tutuklandı. 10 kişisi takriben 20’şer gün yattılar, 3 kardeşimiz 2’şer ay ve mükellef durumunda olan Seyfullah kardeşimiz 105 gün yattılar ve mahkemeleri tutuksuz bir tarzda devam ediyor.
Bu arada bazı garip cilveler de cereyan ediyordu. Şöyle ki:
Maraş Emniyeti’nin bazı işgüzar memurları, kardeşlerimize o kıyafetlerle Maraş’ta gezmelerinin yasak olduğunu, en iyi ihtimal ile ise büyük caddelerde gezmeyip ara sokaklarda dolaşmalarını ifade eden bir ta’mim veriyorlar. Kardeşlerimiz de bu ta’mimi yüzlerce fotokopisini yapıp Maraş’ın her tarafına dağıtıyorlar. Halkta, bu uygulamaya, dehşetli bir nefret oluşuyor. Halkın nabzını anlamak için şu misal kâfi gelir zannediyorum:
Kardeşlerimiz bu ta’mimi vermek için bir birahaneye girmek isterken, birahane görevlilerince engellenmek istiyorlar. Bu arada birahanenin kapısında kopan curcunayı, birahanedeki iyice sarhoş olan müşteriler fark ediyor ve kapıya koşuyorlar. Meseleyi soruyorlar ve sarıklı-cübbelilere karşı o birahanenin görevlilerinin gösterdiği olumsuz tavra karşı, sarhoşlar daha önceden ağız birliği etmişcesine “madem, bu birahane, böyle mücahidlere düşmanlık yapıyor, arkadaşlar bundan sonra içmeye buraya gelmeyeceğiz. Bundan sonra filan birahaneye gideceğiz, tamam mı?” deyip birahaneyi terk ediyorlar. Fıtrî bir taraftarlık, çok renkli anlar yaşatarak kendini daima izhar ediyor.
Yine Maraş’ta yaşanmış bir olay ve ayrı bir cilve: Hacı ismindeki bir kardeşimizi bir komiser ve iki polis memuru tam bir hayvanlık örneği sergileyerek, hiçbir gerekçe olmadan bir hayli hırpalıyorlar. Kısa bir zaman sonra üçünün de sağ tarafına felç iniyor. Bu hadise bizimle uğraşanları düşünmeye sevk ediyor ve eski ceberut tavırları kalmıyor. Manevi bir korku onlara daima fren oluyor.
2 Temmuz 1994’de muhtelif vilayetlerdeki Aczmendî mensubu kardeşlerimizle Konya’da buluşup Mevlânâ Hazretleri’nin ziyaretinden sonra Tarsus’a Ashab-ı Kehf’i ziyarete gitmeyi planladık.
Lakin 1 Temmuz Cuma günü Konya’daki dergaha, görenlerin ifadesi ile, her taraf kum gibi polis ve polis otobüsü kaynıyordu dedirtecek bir tarzda kolluk kuvvetleri ile baskın yapılıyor. Konya Dergahı’nda o anda mevcut bulunan 200-250 kardeşimiz Konya’nın bütün karakollarına taksim edilip misafir (!) ediliyorlar. Bu arada bazı amirlerin işgüzarlık yapmak istemelerine ve bu işgüzarlıkları doğrultusunda bazı, çocuk denecek yaştaki gençleri dövmek istemelerine karşı, memurların dahi sabrı tükenip amirlerine silah çekmeleri gibi vâkıalar da oluyordu. Bir diğer yandan da Konya’ya yeni gelen bütün kafileler de şehir dışında, Temmuz sıcağı altında yolları kesilip birkaç saat orada mahsur bırakılıyorlardı. Fakat en sonunda şehirde ve Türkiye’de oluşmaya başlayan infial, hem bizim şehre girmemize ve hem de şehirde olup karakollarda misafir (!) edilen kardeşlerimizin serbest bırakılmasına, yetkili mercileri icbar etti.
Bu hadisenin en can alıcı yönü ise, Konya’nın girişinde yolumuz kesilip durdurulduğumuz yerde, büyük bir çoğunluk emniyet görevlisinin ( bizim, sicil noktalarını şefkaten hatırlatmamıza rağmen hiç mühimsemeyerek) aynen bizim talebemiz gibi önümüzde diz çöküp ders dinlemeye kalmaları, emniyet yetkililerini ve rapor verdikleri, telsizin diğer ucundaki yetkilileri ciddi hesaplara itmesidir.
Konya’da birçok gelişmeyi müteakip Ashab-ı Kehf’i de ziyaret edip herkes memleketine döndü. Bize olan her bir hücumu müteakip daha önce tanışıklığımız olmayan nice insanlar, ya bizzat El-aziz’e geliyor veya telefonla irtibata başlıyorlar. Zamanla onlar da tam bir Aczmendî hissiyatına bürünüyorlar. Ehl-i küfrün bize hücumu, bizim, cemiyette daha ziyade kök salmamıza alet oluyor, elhamdülillah…
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin vefatının 34. Yılı olması hasebiyle Hz.Üstad’ın ruhu için tertip edilen Ankara Kocatepe Camii’ndeki mevlid-i şerif için bir kısım kardeşlerimiz 16 Ekim 1994 tarihinde Kocatepe Camii’nde hazır bulundular. Tabii orada bulunan onbinlerce Nur Talebeleri, Bediüzzaman’ı hatırlatan bu kardeşlerimizin her birinin etrafında 5’er 10’ar halka olmakta gecikmediler. Bu manzara ise, Nur Talebeleri’ni rejime entegre etmeye muvaffak olduk düşüncesinde olanları bir hayli endişeye sevketti.
10 Kasım 1994’de meydana gelen Mahmut Kaçar hadisesi, Kemalistlerde hem bir şok etkisi yapmış ve hem de bu hadise, içlerindeki küfürlerini Müslümanlara karşı kusmak istemelerine bir bahane olmuştu. Lakin 13 Kasım 1994’de İslam kahramanlarından olan Osman Yüksel Serdengeçti’nin vefatının 11. Yıldönümü münasebetiyle Çağrı İlim Araştırma Vakfı’nca Kocatepe Camii’nin konferans salonunda tertip edilen panele bizler de davet edilmiştik. İcabet ettik. Fakat bizim hiçbir kast ve garazımız olmadan yaptığımız bu icabet o andaki heyheyli Ankara’nın resmi makamlarını bir hayli ürküttü. Derakab Adalet Bakanlığı tarafından memleketin bütün savcılıklarına birer ta’mim gönderildi. Bu 2 Aralık 1994 tarihli ta’mim ile Adalet Bakanlığı tam bir zulüm örneği sergilemekteydi. Şöyleki, müsavatsız adalet, adalet değil. Fiilen ilga olmuş bir kanunu tarafların birini göz ardı edip diğerine karşı uygulamaya kalkmaları tam bir maskaralık manzara arz ediyordu. 
İşin aslı, biz o kanunun kendisine de karşıyız. Çünkü o kanun millete hakarettir. Millet başını örtüp örtmeyeceğini veya örtecekse şapkayla mı yoksa sarıkla mı örteceğini kanundan mı öğrenecektir. Bu milleti idare edenler peynir-ekmek yiyor da, millet saman mı yiyor? Evet, kanunla, kılık-kıyafeti tanzim etmek, acıdır ama esas manası, milleti eşşek yerine koymaktır. Yani, siz ne yiyeceğinizi, ne giyeceğinizi, ne konuşacağınızı bilemezsiniz. Onun için bizler ki mutlu ve putlu azınlık, gece-gündüz demeden sizin en tabii halinizi bile tanzim etmek için, diğer milletlere maskaralığı da göze alıp nice kanunlar çıkarıyoruz.
Dibinden bunların bütün kanunlarına karşıyız da, haydi bir kanun çıkarıyorsunuz, bari önce kendiniz bu kanunlara saygılı olup tâbi olsanız… Yok! Bu kanunlar sadece Müslümanlara zulme alet olmaktan başka işe yaramıyor. Mesela: Adalet Bakanlığı’nın bütün savcılara gönderdiği ta’mim muhtevası şu idi:
“T.C.K.’nın 526/2 maddesi şöyle idi: Şapka giyilmesi hakkında 671 sayılı yasayla Türk harflerini kabul ve kabulüne ilişkin 1353 sayılı yasanın koyduğu yasaklık yada hükümlere aykırı davranışta bulunanlar iki aydan altı aya değin hafif hapis ve hafif para cezasıyla cezalandırılır.”
671 sayılı yasa ise memurîn ve öğrencilerin şapka giymesini zorunlu kılıyordu. Memurînden olan ŞAPKASIZ Adalet Bakanı, Müslüman millete zulüm olsun diye ŞAPKASIZ ve memurîn sınıfından savcıları ve hakimleri SARIKLI MÜSLÜMANLAR üzerine kışkırtıyordu. Bir insan kendine saygı göstermezse, kendi koydukları kanunlara kendileri saygılı olmazsa, başkalarından hem kendilerine ve hem de kanunlarına nasıl saygı bekleyebilir?
Adalet Bakanlığı, bu Kocatepe hadisesinden sonra işte böyle, son dönemlerde çağ dışı giysi kullanımında artış olduğuna, külah ve sarıklarla cadde ve sokaklarda dolaşıldığını belirterek, bunun 671 sayılı şapka giyilmesi hakkındaki yasaya aykırı olduğuna dikkat çekiyordu. Cumhuriyetin laik niteliğini koruma amacı güden şapka yasasına aykırı davrananlar hakkında ilgili ceza maddeleri uyarınca ceza yoluna gidilmesini istiyordu. Elbette polis memurları, akılları amirlerinin ceplerinde olduğu için emirleri sadece uyguluyor; bu ne biçim emir, dibinde ne mantık var ne insanlık var ve şu İslam memleketinde olan bu uygulamada ne de İslamlık var diye düşünmekten fersah fersah uzaktılar; adliye mensubları da, asıl hedefin şapkasız memurlar değil de, sarıklı Müslümanlar olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Burada yeri gelmişken bir hususun altını özellikle çizerek, çok önemli bir inceliği arzetmek istiyorum:
Biz, şu mevcut vaziyetimizle, daha dinî mücadele safhasına geçmedik. Çünkü, malumunuz; din, insanlara gelmiştir. Din, dağa-taşa, kurda-kuşa indirilmedi. Din ile mükellef olan insandır. Lakin 70 küsur senedir bu rejim bizim dinimizi olduğu gibi, insanlık hürriyetimizi de elimizden cebr ve hile ile almıştır. Onun için biz şu anda insanlık mücadelesini veriyoruz. 70 küsur senedir milletini insan yerine koymayan bu eli kanlı zalim rejime, insanlık haklarımızı gasbetmelerine karşılık, haklarımızı geri almamızın mücadelesini veriyoruz. En tabii insanî hakların, kanunlarla tanzimini reddedip insanların kendi inanç ve iradeleri ile o tabii haklarından istifade edebilmelerinin ve tercih edebilme hürriyetlerini ele alabilmelerinin mücadelesini veriyoruz.
Bu arada Kurban Bayramı’ndaki takriben 9 günlük tatili fırsat bilip seyahata arzulu olan bine yakın kardeşimizle 11 Mayıs 1995 Perşembe günü Ankara-İstanbul niyetiyle yola çıktık. Ankara’ya takriben 50 km. yakınlarında Elmadağ’da “Soysaldı” petrol istasyonunun önünde yine “ORMAN KANUNU”na bağlı “resmî eşkiyalar” vasıtasıyla yolumuz kesildi. Cuma günü olmasına rağmen Cuma namazını Kocatepe Camii’nde veya Ankara’da herhangi bir camide kılmamıza mani olup bizi orada bir nevi hapis ettiler. Bir kısım kardeşlerimizin yolu ise yine Gölbaşı mevkiinde kesilmişti. Vaziyetimiz muhtelif kanallardan hamiyetli Müslümanlara iletilince başta Ankara ve Kırıkkale yerinden oynadı. Otobüsler ve minibüsler dolusu Müslümanlar gelip bir ihtiyacımızın olup olmadığını soruyorlar ve saat 21’e kadar onları oyalamamızı söylüyorlardı. Saat 21’de dananın kuyruğu kopacaktı. Millet ile devlet fiilen karşı karşıya gelecekti ve orası kan gölüne dönecekti. Fakat biz anarşi taraftarı değiliz. Oradaki yetkililere vaziyetin ne vahim noktaya gittiğini ihtar ettik. Demek aklı başında bir adammış. Yatsı namazında eskort eşliğinde Hacı Bayram-ı Veli Camii’ne gittik ve oradan da İstanbul’a devam ettik.
13 Mayıs 1995 Cumartesi günü İstanbul’da bidayette herhangi bir mani ile karşılaşmadık. Öğle namazından önce Eyyüb Camii’ne ve Eba Eyyübe’l-Ensarî Hazretleri’nin huzur-u saadetlerine gittik. Müteakiben Fatih Camii’nde öğle namazını kıldık. Namaz sonrası yürüyerek Sultan Ahmet Camii’ne gitmek isteyince, yetkililer Fatih Camii’ni bize hapishane yaptılar. Fakat büyük infiallere sebebiyet verecek bir gerginlik yaşanıyordu. Biz camide mahpus kalınca, camide sohbet ve zikrimizi yaptık. Bu sefer de caminin dışarıya, dışarının camiye karışmaması gerektiğini ifade eden laikliğin mümessilleri, camiye karıştılar. Tabii biz onları “sizin camiye karışmaya, kendi kanunlarınız müvacehesinde hakkınız yoktur” şeklinde ihtar ederek normal programımızı yapıp ikindi namazını da kılarak geri dönüş faaliyetlerine başladık. Ancak bu seyahatte, hususan İstanbul’da giriş ve çıkışımızda emniyet ve basın mensuplarının gösterdiği alaka (niyetlerini dikkate almadan arzediyorum) ancak, bir devlet başkanının bir yere olan seyahatinde görülecek cinstendi. Bu seyahat uzun süre Türkiye’de herkes tarafından konuşuldu, lehte-aleyhte nice yorumlar yapıldı ve bu seyahattaki gayr-ı kanunî uygulamalara maruz bırakılmamız bütün vicdan sahiplerini, bizimle en azından kalb mertebesinde beraber olma noktasına getirdi.
Bu realiteyi, hoşlarına gitmese de gören Kemalistler yeni bir strateji izlemeye başladılar. Bu strateji de: Televizyon programlarıyla, ısrarla bizi zahirde kabul ediyor ve benimsiyor gibi gösterip ismimizi büyültüp ruhumuzu yok etmeye yönelik, bize yakınlaşma idi. Hassaten Güneri Civaoğlu’nun “GÜNÜN YORUMU” isimli programında bizleri bir nevi kelaynak kuşlarına benzetip sahiplenmesi (!) çok ilgi çekici idi. Mayıs ayının son haftasında gerçekleşen bu program ve bir de SHOW TV’den Erdoğan Aktaş’ın 3 günlük dizi programı elbette hedeflerine ulaşamadı. Bunu ise en güzel bir şekilde, 3 Haziran 1995 tarihli Yeni Yüzyıl Gazetesi’nin usta kalemlerinden CAN DÜNDAR “Aczmendîler, hard-rock sever mi?” başlıklı makalesinde ifade ediyordu. Yeni strateji, Aczmendî’leri yok saymak…
Fakat Allah (cc) bunları şaşırtıyor. Güneri Civaoğlu’nun “kelaynak” kuşuna benzetip; bizi, değil “yok etmek”, “koruma altına almayı” teklifindeki asıl kasdı anlayamayan avamın ekserisinde o program, fevkalade bizim lehimizde tesir etti.
Tabii ki bu programların üzerimizde yoğunlaşmasında tesiri olan en büyük sebeblerden biri de, 27 Mayıs tarihine hainane ve tarihî bir düşmanlığı içeren bir kasıtla denk düşürülen Ayasofya’daki çıplak dans gösterisine karşı, bütün ehl-i imanın protesto mahiyetinde bir araya gelip Ayasofya önünde içtima’larında, bizim arkadaşlarımızın tabii bir seyr içerisinde temayüz edip oradaki hadiselerin baş mükellefi gibi yine rejimin görevlilerince yargılanmak üzere alınıp götürülmeleri idi. Ama orada o gün ehl-i iman, İstanbul üzerinde emelleri olan azınlıklara ve maalesef azınlıkların aleti durumuna düşürülen resmi yetkili mercilere ciddi bir Osmanlı Tokadı atmış gibi sarsıcı ve sersemletici bir ders vermişti. Bu milletin, ayranı kabarmaya görsün. Kabardı mı yine Osmanlı Torunu olduğunu isbat edecek ruhu, bir türlü yok edememişlerdi. Ehl-i salib ve buradaki -bu milletin içinden çıkan- maşaları, o gün bunu çok net görmüşlerdi. Aczmendî’nin de hiçbir zorlama olmadan umumun içerisinde temayüzü; ehl-i küfre, haklı olarak “bu bir avuç maya bir kazan sütü yoğurda kalbedecek mahiyettedir” diye endişe veriyordu. Endişelerinde de yerden göğe kadar haklıydılar.
Tabii ki gayzlarından kudurdular. İstanbul CHP Milletvekili İbrahim Gürsoy önderliğinde, Aczmendî hareketi hakkında İçişleri Bakanı Nahit Menteşe’ye yöneltilen ve yazılı olarak bir zaman sonra cevaplandırılan soru önergesi ise tam bir eski CHP zihniyetini hortlatacak zihniyete işaret ediyor. Lakin bugünkü mevcut şartlar ise devranın döndüğünü açık açık müjdeliyordu.
12 Haziran 1995’de bir özel televizyon kanalı olan HBB’de takriben 5 saat kadar süren canlı yayındaki iştirakimizin hikayesi ise, fevkalade ince komplolarla dolu bir roman konusu olur. Fakat kısaca tesirleri üzerinde duracağım.
Kemalistlerin akıl hocalarının önde gelenlerinden biri olan Toktamış Ateş, bir zalim kendi zulmünü veya ceddinin zulmünü en insaflı bir tarzda itiraf etme olgunluğunu ne kadar gösterebilecekse, o kadarının tamamı ile, - ecdadının zulmünü ifadelerimizde – tasdik ve itiraf etmesi, Kemalistleri şoka uğrattı. Daha calib-i dikkat bir nokta ise; İslam’ın mutlak manada bir hayat nizamı olduğu taraflarca zikredilerek, İslam’ın, demokrasi-memokrasi, laiklik-maiklik gibi karın ağrılarıyla bağdaşmayacağı tüm Türkiye’ye en iyi bir şekilde söylenmiş ve iman ve küfür ortasında üçüncü bir yol olmadığı, bu yolu arayanların emeklerinin boşa çıkacağı zikredilmiş oldu.
Bedri Baykam denilen Kemalist ressamın şahsında da tüm Türkiye, kemalizmin ne menem şey olduğunu, Kemalistlerin de ne zevzek yaratıklar olduğunu gördü.
Ünlü modacı Neslihan Hanım ise, Kemalistleri tam şoka uğratıp sünnet-i seniyye olan bu kıyafetin, estetik açısından da fevkalade güzelliğini arzedince, kılık-kıyafet inkilabının dibine konulan dinamiti ateşlemiş oldu.
Diyanet görevlisi ise, evvel-ahir diyanet hakkındaki kanaatlarımızı, halkın da anlayacağı şekilde isbat etmiş oldu.
Velhasıl, bu program, komplocu münafıklar için tam bir hüsran, Risale-i Nur için mutlak bir galebe ile neticelendi.
Bugüne kadar iman ve küfür ortasında yeni yol arayışlarında öyle veya böyle, ama saflarını netleştirmeye ve gerçek renklerini artık açıkça ortaya koymaya mecbur oldular. Tabii bu programdan üç ayrı davanın açılması da bizim kaçınılmaz nasibimiz. Görelim Mevla neyler… Neylerse güzel eyler.
Galatasaray Lisesi’nde “liberal İslam” konulu panele katılan Prof.Dr. Ali Bayramoğlu devletin (rejimin) DİYANET, KILIK-KIYAFET, TEKKE-ZAVİYE ve TEVHİD-İ TEDRİSAT olmak üzere LAİKLİĞİN dört sacayağına oturduğunu söylemesi dikkate alınırsa, üzerimize niçin bu kadar geldikleri çok sarih bir tarzda, en ahmak bir kişinin dahi anlayabileceği şekilde görülecektir.

Yükleniyor